Doğadaki bir varlığın sanatçıyla ilişkisini düşünelim. Her ikisi de bir bağlam içinde bulunur. Sanatçı, gören izleyen ve yorumlayan olarak bir konuma sahiptir. Bu durumda sanatçının karşılaştığı varlıklar izlenen ve yorumlanan konumundadır. Sanatçı, hayatı boyunca karşılaştığı varlıklar ve deneyimlediği olaylar tarafından koşullanabilir. Ancak, sanatçının eserlerine bu koşullanmanın ne kadar yansıyacağı da değişkendir. İşte bu nedenle eser, sanatçının kendisi ve çevresi arasındaki karmaşık ilişkiden beslenirken; sanatçının yaratıcılığının salt nedeni olarak bu ilişkiye dışsal bir ilhamın sunulması yanılgıdır. Eserin ortaya çıkışının ilhama indirgenmesi sanatçının pasifleştirilmesidir. Sanatçının yaratıcılığı, konfor alanı dışında ve bir beklentiye sığınmadan ortaya çıkabilir. O halde, sanatçının yaratım sürecindeki sancılarına rağmen ya da tam da sancıları dolayısıyla yaratabilmesi olanaklıdır. Sanatçı, kendisine dışsal olan ve tepeden inen bir gücün beklentisi içinde olmak zorunda değildir. Vincent Van Gogh (1853-1890), bunun somut bir örneğidir.

Van Gogh, Arles’da yaşadığı süreçte hepimizin birkaçını duyduğu “Sarı Ev, Arles’daki Yatak Odası, Köprü, La Crau’da Hasat, Ayçiçekleri, Zambaklar” gibi tabloları yapar. Bu tablolardaki renk tercihleri, 1886 yılında Paul Gauguin‘le (1848-1903) tanışmasıyla ilişkilendirilir. Onunla tanıştıktan sonra eserlerinde parlak renkleri tercih ettiği görülür. 1888 yılına gelindiğinde kendisini Arles’a ziyarete gelen Gauguin ile aralarında bir sanatsal tartışma yaşanır. Bu tartışma sonrasında kulağını kesen Van Gogh’un hayatında bunalımlı bir dönem başlar. 1889 yılında yaşadığı mahalledeki kişilerin dilekçe toplamasıyla bir yıl kalacağı Güney Fransa’daki Saint Rémy-de Provence‘taki akıl hastanesine gönderilir.

Burada, zeytinliklerle çevrili bu akıl hastanesinde, tedavi görmeye başlar. Hastanedeki odasının penceresinden Provence’ın eteklerindeki zeytinlikleri izleyen sanatçı, gördüğü manzaradan çok etkilenir. Zeytin ağaçlarının yapraklarına ve yaprakların günün farklı zamanlarında değişen renklerine hayran olur. Zeytin ağacını karakterize eder. Onun tipik özelliklerini keşfetme arayışıyla renkler, çizgiler ve biçimler üzerinde çalışır. Zeytin yapraklarının renginin değişkenliğini fark eder. Rüzgarın ve ışığın etkisi, yapraklardaki gümüşi rengi ortaya çıkarır. Sanatçı zeytin ağaçlarında gözlemlediği renkleri, kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektupta şöyle tarif eder: “Gümüş, bazen daha mavi, bazen yeşilimsi, bronz, zeminde beyazlaşan sarı, pembe, morumsu veya turuncudan mat kırmızı toprak boyasına…

Zeytin Ağacındaki Rengi Yakalamak

Yine 1889 yılında, zeytin ağaçlarını çok karakteristik bulduğunu anlattığı bir mektup yazar, zeytin ağaçlarındaki rengi yakalamak için mücadele ettiğinden bahseder. Gümüşi rengin bazen daha mavi, bazen yeşilimsi olduğunu aktarır. Ayçiçeklerinde kullandığı sarı renk için edindiği kişisel izlenimi zeytin ağaçları için de edinmeyi ister. Böylece, Haziran ve Aralık 1889 arasında, günün çeşitli saatlerinde ve farklı mevsimlerde zeytinlikleri yakalayan on beş resimden oluşan önemli bir seri ortaya çıkarır.