Dücane Cundioğlu, İslami gelenekten gelen ve dünyayı hayatı tabiatı yorumlamayı hedefleyen bir felsefe adamı.

Onu okumak bilmek gerekir diye düşündüm. Köşemi bu gün onun 2013 yılında açıkladığı TAKSİM MANİFESTOSUNUN giriş yazısına ayırdım.

A’raftayım, ve yalnızım.

Aradayım.

Lakin ne bir yanım cennet, ne öte yanım cehennem, bilakis iki yanım da tümüyle cehennem!

Sade iki yanım mı, dörtbir yanım, her yanım, âteş-zâr olmuş sanki, dinmek bilmez alevler içinde yanmaktayım. Çünkü yaşamları boyunca hep haklı olanların arasındayım.

Avurtlarını kendi hakikatleriyle, ama hep hakikatleriyle şişirenlerin arasında. Hiç çekinmeden gerçeği insanın yüzüne tükürenler arasında. Aslâ kuşku duymayanlar, kesinlikle tereddüt etmeyenler, ömürlerinde bir kez bile olsun yanılmayanlar, ne tuhaf değil mi, sanki hatadan berî, kusurdan âri olanlar arasında. Ama yine de meleklerin değil, sözümona insanların arasında. İnsanlarım arasında.

Sözcüklerimi özenle ve dikkatlice seçmek zorundayım bu yüzden. Öncelikle kırmadan, incitmeden ifade etmeyi becerebilmeli, bîtaraf olan bertaraf olur gibi klişelere yüz vermeden ne yapıp edip kesin inançlılığın o yakıcı alevleri arasından geçebilmeliyim.

Ah, kibir ve tekebbürün hâlelediği düşünce ve davranışlara yine kibirle karşılık vermekten ne de hoşlanır şu insan nefsi! Hitabetin şehvetine kapılmaktan meselâ, hele hele göze göz, dişe diş keskinliğinde nârâlar savurmaktan!

Ah ki ne ah!

Ben nefsimi aklayamam, çünkü nefs hep kötülüğe mecbur eder insanı, demek, diyebilmek için, Züleyha gibi, günahlarının ateşinde arınmayı bekleyemez de insan, bir intikam savaşçısı gibi kalın zincirlerini bileğine doladığı o koca gürzüyle mukabele bi’l-misl diye haykırır her defasında, ve böylelikle mızrağını hukuk’un en kadîm ilkesinin üzerine fırlatmakta bir an bile tereddüt etmez, kısasa kısas der hiddetle. Mazlum ve mağdur olduğuna inanmıştır ya bir kere, zulm ü cevr, kahr u cefa bundan böyle bir tek düşmana yakışır vasıflar haline dönüşür. Düşmana, yani kendisine benzemeyene, yani kendi hakikat tasavvurunun dışında kalana, ya başı örtülüye, ya başı örtüsüze, ama hep ötekine. Türk veya Kürt, Sünni veya Alevi, Müslüman veya Hıristiyan veya Yahudi, şu ya da bu yafta üzerinden ötekileştirebildiğimiz her insana. Ama hep insana.

Bu ahvalde yasa hiç değişmez, mağdur olan mağrur olur, ve insan bir kez kendisinin hakkın yanında yer aldığına inanmayagörsün, hakkın da hep kendi yanında yer aldığına inanır. Haklı olmak mağrur olanın gururunu besler, büyütür ve güçlendirir. Haklı olmak, yani her daim birilerinden alacaklı olmak, ve dolayısıyla, şişinmenin gereğidir koşulsuz surette onaylanmayı istemek.

Yanılmamalı, bu bağlamda onaylanmak demek, her defasında kabul ve tasdik görmek demek değildir, bilakis her türlü red ve inkarın, tuhaf biçimde, haklılığın tasdiki anlamını kazandığı yerdir burası. Karşıdan gelen şiddet arttıkça, tarafların haklılıklarına olan inançları da artar. Çünkü mağduriyet de artmıştır. Gurur, işbu mağduriyet duygusuna süreklilik kazandıran hâlin adıdır. Küçük zaferlerle mahiyeti kadar hüviyeti de değişir gururun, ve bir çırpıda tekebbür adını alır da kimseler farketmez. İçin için içi oyulur insanın. Ah, şu zavallı insanın.

Bilirim, iktidarın da, muhalefetin de mağduru oynadığı bir zeminde konuşmak zordur, zira mağrurlar arasında tek başına kalmak zordur, hele hele ancak kendi ideolojik sınırları içinde güvenlik duygusunu tadabilen geniş kitlelerin önünde.

Taraflara itidal ve sükûnet tavsiye etmek de -özellikle hassas dönemlerde- ortayolculuğun o tipik, o zavallı çöpçatanlığına soyunmaktan başka bir mânâ ve değer taşımaz nezdimde.

Sessiz kalmayı yeğlerim daha iyi. Susarım ve ürperirim. Tek başına durur ve beklerim.