İnsanlar hayatın acımasızlığında neden ölüme bilet keserler?
Bu sorunun cevabı şudur:
“Çaresizlik ve hayata tutunma!”
Gerçekten insanlar çaresiz kalınca kendilerine yeni çıkış yolları aramaya başlarlar.  Mesela kaçak yollardan başka ülkelere sığınmak için üç kağıtçı gemicilerin zayıf teknelerine veya lastik botlarına binerek Akdeniz’in sularında can veriyorlar.  O alabora olan tekne veya lastik botlarda kimisi kurtulur, kimisi de  sularda can verirler.
Kurtulanlar, sularında bulundukları ülkeler tarafından sahile taşınıp karınları doyurulur, sırtlarına kuru ve sıcak tutan giyecekler giydirilir ama onların tabiri ile bu da kurtuluş değildir.
 “Tutsaklıkla özgürlük” arasında çok büyük fark vardır.  Hatta içiçe geçmiş bir umuttur tutsaklıkla özgürlük.
1974 Mutlu Barış Harekatında Limasol, Baf ve Larnaka esir kamplarında Ağustos’un kavurucu sıcağında stadyumlara doldurulan mücahit ve kardeşlerimizin verdikleri anlamlı özgürlük savaşı bir yana, onların stadyumlara tıkılması bence bir kurtuluştu.  Neden?  Çünkü BM Barış Gücü, stadyumlarda tutuklu bulunan Türklerin bütün sicillerini tutmuş ve herşeyi zapt-rapt altına almıştı.  Aynı durum Rum esirler için de geçerliydi.   Savaş esnasında tutuklanan Rumların isimleri BM Barış Gücü’ne verilirken, Rum esirler gemilere doldurularak Güney Anadolu’nun askeri kışlalarına konmuşlardı.
Orada esir kalan Rumlar, yıllar sonra yazdıkları anılarında, “Türkler bize çok iyi muamele etmişlerdi” derler.
Mesela yaşanmış olaylardan yola çıkarak “özgürlükle tutsaklığın” benzeşmesinde ne kadar büyük bir dramatik durum vardır, onu idrak edebilir misiniz?
Yaşanmış olaylardan birisi de şuydu:
Esir kampından kaçan bir Türk, sanki gerçek özgürlüğüne kavuşacakmış gibi kendini sokaklara ve ormanlara atmıştı.  Ne olacaktı yani?
Esir kampında en azından hayatı güvencede olan bir esirin kamp dışındaki düşman topraklarındaki varlığı gerçek anlamda bir özgürlük değildi. Bilakis daha da riskli ve tehlikeliydi. O şahsı tutsalardı, herhalde öldüreceklerdi. Neticede şansı vamış ki, o şahsı İngiliz askerleri İngiliz üslerine götürmüşler ve orada en azından daha da insani bir muamele görmüştü.
İşte o kaçışın adı, “Ölüme bilet kesmeydi” bana göre.
“Ölüme bilet kesenlerin” başında da inşaatlarda hayatını kaybeden zavallı işçilerdir.  O işçilerin kimisi izinsiz, kimisi de izinli çalışıyor.
Lakin meselenin özünde, izinli veya izinsiz olsun, inşaatlarda çalışırken o işçilerin kendilerini güvende hissetmeleridir.  Her ne kadar da önlem alsalar da, yüksek katlarda dış duvarlara sıva yapan işçiler, en ufak bir dikkatsizlik sonunda binanın en üst katından beton zemine çakılınca hayatlarını kaybediyorlar.
Niçin?
Kendilerine ve ailelerine bir lokma ekmek götürmek için.  Son haberler bize çok büyük acı vermiştir, genç yaşta inşaatlardan düşerek hayatını kaybedenler.  O genç insanların arkalarında bıraktıkları eşleri ve küçük çocukları, o ölüm biletiyle sonsuzluğa yol almışlardır.
Şu anda düşünüyorum...
İnşaat sahipleri acaba gerçek anlamda gerekli tedbiri alabiliyorlar mı?
Akla ilk gelen soru da budur.
Bazen bizim mahallede yapılan dört katlı apartmanların tepesinde çalışan işçilerin ne zor şartlarda para kazandıklarını görünce, hep aklıma “ölüme bilet kesenler” geliyor nedense.
Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden KKTC’ye gelip de çalışan Türkiyeli kardeşlerimiz herhalde oralarda yeterli kazancı elde edememektedir ki, kendilerini bizim topraklarımıza ve iş alanlarımıza atıyorlar.
Tabii ki Türkiye gerçeğinde asgari ücretin KKTC’den düşük olması, iş eksikliği veya büyük zorluklar, onları bu yokluklar ve zorluklar içinde Kıbrıs’a yolcu ediyor.
İşte o yolculuğun gerçek adı, “Ölüme bilet kesmektir” bana göre.
Acı da olsa, bunlar hepimizin gerçekleridir.
Ve hala çok üzülüyorum bu inşaatlarda bir lokma ekmek için canlarını dişlerine takan veya ölüme giden zavallı işçiler için.