İnsanlık tarihi orman yasasıyla başlar. Güçlü, güçsüzü yok eder ya da etkisizleştirir, düzen öylece sürüp giderdi.

İnsanlar sosyalleştikçe bazı normlar, kurallar uygulanmaya başlandı. Uzun süren insanlık tarihinde hukuk denen kavram, öyle ortaya çıktı. Norm ve kurallar giderek tüzüklere, yasalara dönüştü. Anayasal düzenlere (anayasalı devlet yönetimlerine), hukukun üstünlüğüne, hukuk devletine, çoğulcu demokrasiye, temel hak ve özgürlüklere, bireysel olarak eşitliğe, bu uzun ve zor süreç sonunda ulaşıldı. Gerçi bütün toplumlar/devletler için bunu söylemek çok da doğru ve gerçek değil! Hâlâ daha anayasal düzene, hukukun üstünlüğüne, hukuk devletine az ya da çok uzak toplumlar / devletler, faşizm ve diktatörlükler var. Görünüşte öyle olan ama özde bundan uzakta olanlar da cabası!   

İnsanlararası Orman Yasası, uluslararası toplum için de söz konusuydu elbet! Hatta daha katmerli olarak! Gücü olan güçsüzü, tek başına kendi iradesi doğrultusunda hep sömürdü, soyup soğana çevirdi, etkisizleştirdi,  yok etti, tarihten sildi. Buna karşın toplumların kendi içlerindeki norm ve kurallara geçiş sürecini uluslararası toplum da yaşadı ve “uluslararası hukuk” denen kavram öyle çıktı. Ancak uluslararası hukuk denen şey, hiçbir biçimde toplumların kendi içlerindeki ivmeyi kazanmadı. İnsanlık, bireysel ve toplumsal ilişkilerde dev adımlar attı ama uluslararası ilişkilerde, masallardaki “arpa boyu” kadar bile yol alınamadı ve “Orman Yasası” geçerliliğini korudu. Uluslararası ilişkilerde anayasal düzen hiç olmadı, hukukun üstünlüğü kırık dökük konularda geçerli “gibi” oldu.

Evet uluslararası toplum bağlamında bazı kurallar/normlar yaratıldı ama bunlar “çıkar ve güç”le biçimlenip ete kemiğe bürünebiliyor ve doğal olarak güç, her zaman çıkarın önünde gidiyor. Başka bir deyişle, hangi devletin çıkarının öne çıktığı konusu, gücüyle doğru orantılı olarak işlevselleşir.

Eşitlik mi dediniz? Uluslararası ilişkilerde yalnızca protokol bağlamında, o da görünüşte geçerli gibi oldu. Uluslararası ilişkilerde eşitlik değil, eşitsizlik vardır.  Üstüne üstlük eşitsizliğe “meşruiyet” de kazandırıldı. BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi olması ve bunların veto hakkı, eşitsizliğin ete kemiğe bürünmüş biçimidir. Beni izleyenler, bu durumu “uluslararası dayılık” olarak nitelendirdiğimi bilirler. Üstelik dayılar yanında, dayısı olanlar da eşitsizliğin fiili temsilcileridir. İsrail mesela! İsrail’in BM Güvenlik Konseyi’nde ABD gibi bir ‘dayısı’ var. Aynı biçimde Rum Yönetimi’nin de dayısı, hatta dayıları var: Rusya, Fransa, hatta Çin! Bu dayılar, bugüne kadar BM Güvenlik Konseyi’nde Rum Yönetimi’ne karşı hiç karar aldırtmadılar. İleride de aldırmayacaklarını söylemek kehanet değil!

“Ermenistan’ı da ‘çok dayı’lı bir devlet olarak niteleyebiliriz. Onun da Rusya, ABD, Fransa gibi dayı’ları vardır.

Bugünkü eşitliksiz dünya düzeninde, beş BMGK daimi üyesi ile bir tür koruma altına aldıkları ülkeler, ne yaparlarsa yapsınlar, hep yanlarına kalır. Bunun çok sayıda örneği var.

ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınması ve bu işin, Filistinliler için felaket günü olan günde yapılması, üstüne üstlük sivil halkın katledilmesi son örnektir.

Açıkça diyebilirim ki, dünya düzeni giderek Orman Yasası’nın geçerliği anlamında daha da ormanlaşıyor.  Soğuk Savaş’ın yarattığı denge, caydırıcılık unsuru taşıdığından, Orman Yasası uygulamaları için çok düşünmek gerekirdi. Artık, ABD Başkanı Trump’ın sabah kalktığındaki ruh hali belirleyici olabiliyor.

***

Kıbrıs Türk Halkı da, bu orman yasalı dünya düzeninden bol bol nasibini aldı. Ortağı, dünyanın gözü önünde defalarca varlığına kastetti.  Hem de haklılığını gösteren, BM’de tescilli kapı kadar uluslararası hukuk normları, bu bağlamda Zürih – Londra anlaşmaları, ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, Garanti ve İttifak anlaşmaları yürürlükte sayılırken!

Hep yazıp söylerim: Eğer bu adada toplumsal/siyasal bir varlık olarak Kıbrıs Türkleri varsa, bunun sadece iki nedeni/etkeni vardır:

  • Kıbrıs Türk Halkı 1963 – 1974 arasında direnebildi.
  • Türkiye Cumhuriyeti, anlaşmalardan doğan garantörlük ve garantörlüğün verdiği müdahale hakkını kullanabildi.

Direniş, varlığını sürdürmesi için yeterli değildi. Türk müdahalesi olmasaydı bugün bu adada  toplumsal/siyasal bir varlık olarak Kıbrıs Türk Halkı olmayacaktı.

Diyelim ki bu abartılı bir hüküm! O zaman şöyle diyelim: Kıbrıs Türkleri, İsrail’in Filistinlilere yaptığı gibi, geçmişteki gibi ikide bir saldırıya uğrayabileceklerdi.

Türkiye 3 kez, 21 Aralık 1963 sonrasında, Ağustos 1964’te Erenköy’de ve 15 Kasım 1967 sonrasında kısmi (sınırlı) müdahalelerle Kıbrıslı Türklere yapılan saldırıları durdurdu. 20 Temmuz 1974’te de artık Enosis’e ramak kala tam müdahale etti ve Enosis’i durdurdu.

Yani Filistinliler, müdahale hakkı olan bir garantörleri olmadığı için ikide bir nasıl ki saldırıya uğruyorlarsa, Kıbrıs Türkleri de 1974 öncesinde ikide bir benzer saldırıya uğruyorlardı. Aradaki fark Türkiye’nin garantörlüğü ve müdahale hakkı dolayısıyla saldırıların karşılıksız kalmaması ve sonuçta 1974’le saldırganlara son darbenin vurulmasıdır.   

 Durum ve gerçek bu iken Türkiye’nin garantörlüğü ile müdahale hakkını tartışmanın mantığını anlamak mümkün değil! Crant Montana’da, bu konuda sergilenen abartılı esnekliği anlamak hiç mümkün değil!

Sırf garantörlük hakkını yeni duruma dönüştürmek adına, garantörlükle müdahale hakkının kaldırılmasını ya da sulandırılmasını kabul etmek hiç ama hiç mümkün değil!       

Garantörlük ve müdahale hakkının belirli bir süre sonra kaldırılmasını ya da kaldırılmasının gündeme getirilmesini düşünmenin, sağlamanın ya da buna göz yummanın; yani kaldırılması için fırsat arayanlara, bir süre sonra caydırıcılığın kalkacağı olanağını vermenin mantığını da anlamak mümkün değil!

AB imiş, ABD imiş, BM imiş geç kardeşim. Biz o filmleri hep gördük. Yaşayarak gördük.

Ha, güvenliğimiz hep askeri güçle, garantörlük ve müdahale hakkı ile mi sağlansın? Elbette hayır ama bunu, bırakın gelecek kuşaklar, bunu gerek duydukları zaman yapsınlar. Şimdiden, bizi yok etmek için fırsat arayanlara kendi elimizle bu olanağı vermeyelim.

Sözün kısası şu: Ne pahasına olursa olsun, garantörlüğü ve bundan kaynaklanan müdahale hakkının kalkmasını ya da sulandırılmasını kabul edenler, ya da buna göz yumanlar, büyük ama çok büyük vebal altına girerler. İster Kıbrıs Türk yetkilileri olsun, ister Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri fark etmez.

Dünya düzeninde yaşananlar, her geçen gün Türk garantisine/müdahale hakkına daha da önem katıyor. Kefenin bir yanına yalnız Türk garantisini, kefenin diğer yanına diğer bütün konuları koyun; garanti ve müdahale hakkının olduğu kefe ağır basar. Gerisi laf kalabalığıdır, laf-ı güzaftır.

Bundan dolayıdır ki BM Genel Sekreteri’nin, çizmeyi aşarak, “müdahale hakkının sürdürülemez” olduğunu vurguladığı Gutterres Çerçevesi’ne sarılmanın mantığını da anlamak mümkün değil!