Yeni nesiller Osman Örek ismini sadece tarih kitaplarında biliyorlar.  Ve daha da ötelere gidildikçe, Örek, daha bir kalıplaşmış ve klişeleşmiş “dava adamı” kimliği ile belleklerde şekillenecek.

                Nasıl da yıllar geçiyor...  Osman Örek aramızdan ayrılalı tam 20 yıl oldu.  Bunca zaman, bunca anılar ve yaşanmışlıklar hala anılarımızda bir film şeridi gibi gelip geçiyor.

                Osman Örek’i tanımamız, 1955’li yıllarda EOKA’nın faaliyete geçtiği, liderliğin bir kar topu gibi büyüyüp dava yolunda kocaman bir güç olduğu döneme rastlar.  Bizler o zaman henüz ortaoku ve lise talebesiydik.  EOKA’nın acımasız kurşunlarına ve öldürülen masum kardeşlerimizin kanına yürüyorduk meydanlara doğru.  Atatürk Meydanı’nda Dr. Küçük’ün liderliğinde oluşan güçlü hatipler kürsüye çıkar ve halkı galeyana getirecek konuşmalar yaparlardı. 

                Tabii ki bu yeterli miydi bir halkı uyandırmak, bilinçlendirmek ve bunun yanında Anavatan büyüklerini Kıbrıs davasına hazırlama?  Hiç de kolay olmamıştı.  Dr. Küçük’ün başkanlığında Anavatan’a yapılan resmi ziyaretlerde çok değerli insanlar vardı.  Bunların başında Rauf Denktaş ve Osman Örek geliyordu. Bu gruba rahmelik Ahmet Midhat Berberoğlu’nu, Faiz Kaymak’ı ve Fadıl Korkut’u da katmak gerek.

                Anavatan’ın Kıbrıs konusunda uyanış ve bilinçlenmesi hayli zaman almıştı ama Dr. Küçük, Denktaş ve Örek ismi, üçlü bir zincirin halkaları gibi Kıbrıs Türk toplumunun hayat gerçeğine oturmuş üç değerli dava adamı olarak belleklere girmişti.  Artık herkes onları üçlü dava adamı olarak algılıyordu. 

                Şöyle bir bakınız... Londra Anlaşmasınının imzalanmasında Dr. Küçük’ün hemen arkasında duranlardan en önemli kişilerden birisi de rahmetli Osman Örek’ti.  KKTC’nin ilanında bile son kez bu üç dava adamı kucaklaşarak halkı selamlamışlardı.  O resim, bir rölyef olarak Dr. Küçük’ün anıt mezarında şekillenmiştir.

                Örek, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin oluşumu ile ilk yapılan seçimlerde Lefkoşa’dan milletvekili seçilmiş ve Cumhuriyeti üç Türk Bakanından birisi olmuştu.  Osman Örek, artık Dışişleri ve Savunma Bakanı idi.

                Bizim memuriyete intisap etmemiz, sanırım bir şans olarak hayatımıza girmişti.  İlk tayinim Dr. Küçük’ün Ledra Palace arkasındaki “Cumhurbaşkan Muavinliği Dairesi”ne yapılmıştı.   O zamanlar Çarşamba günleri devlet daireleri tatil olurdu.  Cumartesiler de daireler normal mesai yaparlardı.

                Her Çarşamba bünü öğleden sonra Dr. Küçük’ün başkanlığında bir toplantı yapılırdı.  O toplantılar, liderliğin bir koordinasyon kurulu gibi çalışırdı.  O toplantıların evraklarını ve gündem maddelerinin belgelerini, rahmetli Ahmet Fetin Korman’la (İleride Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Müdürü olmuştur) bizzat ikimiz hazırlar, sürekli toplantı salonuna girip çıkar, onlara istedikleri malze ve belgeleri sunar, onların stratejik konuşmalarına tanık olurduk.  O giriş çıkışlar bir güvene ve bir ketumiyete dayanıyordu.  Biz de görüyor, duyuyor ve hiç konuşmuyorduk.

                Dr. Küçük’ün başkanlığında yapılan toplantılara, bütün Türk bakanlar, Osman Örek, Dr. Niyazi Manyera, Fazıl Plümer, Temsilciler Meclisi Başkan Yardımıcı Dr. Orhan Müderrisoğlu,  Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf Denktaş ve bazı milletvekilleri katılırdı. Toplantı sonrasında Dr. Küçük’le Osman Örek ve Rauf Denktaş yalnız kaldıklarında sanırım teşkilat işlerini konuşurlardı.

                Makarios belediyeler ve anayasa değişikliği konusunda ısrarlı olunca, CBM  Dairesinde yapılmakta olan Türk liderliğinin toplantıları daha sık yapılmaya başlamıştı.  Bu toplantıların en önemli aktörlerinden biri,  hiç şüphesiz ki Osman Örek’ti.

                21 Aralık 1963 olayları ile terkettiğimiz Cumhubaşkan Muavinliği daire binası, bazı önemli dosyalarla birlikte, şu andaki Cumhurbaşkanlığı ikametgahına taşınmış ve ikametgahın arka bahçeye bakan camlı salonu, bütün zevatın çalışma mekanı olmuştu.

                O günler, gerçekten benim için de hayli zor günledi.  Günün her dakikasında, her saatinde bilgimize gelen silahlı saldırı olayları ve katliamlar bizi kahrediyordu.  O günler benim için neden zordu?

                O günlerde kurulmuş olan Genel Komite Sekretaryasının bir elemanı haline geldiğim gibi, Dr. Küçük’ün de Özel Kalem görevlerini üstlenmiş, geceleri de bölüğümdeki mevzilerde nöbet tutardım.

                O zor günlerin de en önemli aktörü yine Osman Örek ve CMC Müdürü rahmetlik Semih Sait Umar’dı.  Her ikisi zaman zaman salondaki o büyük masaya otururlar, zaman zaman beni de yanlarına çağırarak BM’ye, olaylar hakkında yazdıkları protesto yazılarını gözden geçirirler ve son şekle getirmem için beni görevlendirirlerdi.

                Hemen hemen her gün iyüzlerce olayın tanığı oluyorduk.  Zaman zaman da bazı eski konular üzerinde birlikte Osman Örek’la başbaşa verip, yeni üretilecek yazılara hayat verirdik.

                Rumların bütün ambargolarına karşın Osman Örek’in, BM askerlerinin eskortluğunda gerek Anavatan’a, gerekse New York toplantılarına gidişi kaçınılmazdı.  Bir yerde adeta “kelle koltukta” tellerle örülmüş kantoncuklarımızın dışına çıkmak tam bir işkenceydi.

                Yıllar sonra kendi şirketimi ONTAŞ işhanında kurduğumda, Osman Örek’in de aynı iş hanında kendi avukatlık yazıhanesini açtığını görmüştüm.  Hatta bir gün kendisini ziyaret etmiştim.  Onunla her gün zemindeki gazetecide ve posta kutularının olduğu mekanda buluşur, geçmişi konuşurduk.

                Onun son zamanlarına geldiği günlerden birinde kendisine sormuştum.

                “Osman Bey, siz eski Dışişleri ve Savunma Bakanı ve bunun yanında eski bir Başbakan olarak anılarınızı yazdınız mı?”

                O da bana şöyle demişti:

                “Yahu Osman, henüz istediğim gibi bir çalışma yapmadım.  Maalesef o anıları tam istediğim gibi kaleme alamadım.  Lakin birşeyler karaladım ama yeterli değil.”

                Ben de o günlerde “Dr. Küçük’le Geçen Günlerim” adlı kitabımın üzerinde çalışıyordum. Kendisinden bir ricada bulunmuştum.

                “Osman Bey, lütfetsem bana Dr. Küçük kitabım için birşeyler karalayabilir misiniz?”

                “Osmancığım bende öyle bir hal kalmadı. Sağlığım da hayli bozuldu. İstersen bir gün haberleşelim sen eve gel, kayıt cihazını da al ve istediğin soruları yanıtlayayım.”

                Haksız da değildi hani.

                O konuşmanın üzerinden belki yirmi veya yirmibeş gün geçmişti ki, onun ölüm haberini almıştım. Ne kadar üzüldüğümü size anlatamam.  Allah rahmet eylesin.  Onun ölümünün üzerinden bir süre geçince ailesi bir kitap yayınlamıştı.  Bana göre o kitap, koskoca bir Osman Örek’i anlatacak ve bu toplumun önüne konacak boyut ve genişlikte bir kitap değildir.  Lakin hiçbirşey yapmamaktan daha iyi olmuştur diye düşünüyorum.

                İşte o nedenle yazımın başlığını “Osman Örek ve Sonra Gelenler” koydum ve dolu dolu geçmişi yazmaya çalıştım.

                Şayet yeni nesiller bu ve bunun gibi tarihsel içerikli yazılarımızı okurlar ve kendi dağarcıklarına birşeyler koyarlarsa, Kıbrıs Türkünün buralara hiç de kolay gelmediğin anlayacaklardır.

                Yattığın yerde rahat ve huzur içinde uyu sevgili Osman Örek ağabey...