Ülkemizde pansiyonculuğun ne derece doğru uygulandığını, ne derece müşteri toplandığını insan düşünüyor.  Pansiyonculuk genellikle eski kentlerin asırlık veya bir asra yakın köhne evlerinde yapılıyor.  Tabii ki yıldızlı otellerle pansiyonları kıyaslamamak lazım.  O bağlamda pansiyonculuğun da turizmin bir parçası olduğunu düşünüyorum.
Mesela Antalya sahillerine bakan o köhne sokaklardaki antik binalar, tamamen Turizm bakanlığının kontrolunda restore edilerek turistin hizmetine sunuluyor.  Bu tip evleri genellikle eskiye özlem ve ilgi duyan insanlar tercih ederler.  Hem ucuz, hem de otantik bir mekanda tatil geçirmek güzel bir tercihtir.
Turizm Bakanlığına bağlı bir yıldızlama tüzüğü vardır.  O tüzükle bağlantılı olarak bir de Oteller Encümeni var.  Bu encümenin en önemli görevleri, gerek yeni inşa edilen, gerekse eskiden inşa edilip de kalitenin korunup korunmadığını yerinde saptamak ve otellerin yıldızlarını belirlemektir.  Tabii ki bu görevlere ek olarak otellerin fiyat politikasını da belirler encümen.
Dört ve beş yıldızlı otellerde pek sıkıntı olmaz ama, bir, iki ve üç yıldızlı otellerde bayağı sıkıntı olur.
Geçmiş görevlerimiz arasında bunlar da vardı Turizm Bakanlığında.  Bir ara encümen bir karar almıştı, Lefkoşa surlar içindeki pansiyonları denetlemek için.  Gerçekte hem teknik, hem kalite, hem de görsel anlamda titiz bir çalışmaya girilmişti.  Pansiyonları denetlerken belli kriterler konmuştu ortaya.
Lakin herpimizin kafasında bir soru vardı.
“Acaba gerçek anlamda Lefkoşa surlar içindeki eski köşkler, eski otantik binalar, layıkı ile değerlendirilip turiste hizmet edebiliyor mu?”
Gerçekte herşey kağıt üzerinde kalmaz ve kalamaz da.  En sıhhatli şey, gözlemlermek ve herşeyi yerinde incemektir.  O bağlamda Lefkoşa surlar içindeki o güzelim Osmanlı köşklerinin nasıl pansiyona dönüştüğüne tanık olmuştuk.
Galiba o ilkti.  İlk kez ülke pansiyonlar denetlenecek ve encümen kendi gözlem ve görüşlerini ilgili pansiyon işletmecilerine bildirecekti.
Özellikle eski Lefkoşalılar surlar içindeki yaşantıyı çok iyi biliyor.  Bizzat o hayatı yaşayan, alçak damlı minik evler, daracık sokaklar, arasta esnafı, Kuyumcular Soğağı, Kazancılar Sokağı ve eski bandabuliya...
Bütün bunlar Lefkoşa’nın karakterini ortaya koyan gerçeklerdir.  Çoğu insanın atadan kalma köhne evleridir onlar.  Lakin ülkede meydana gelen demografik yapı, insanları Lefkoşa’yı terketmeye zorladı.  Kültürleri ve eski yaşantıları ile bağdaşmayan pek çok insanla karşılaşınca, adeta bir zincirin halkaları gibi konu komşusu evlerini Lefkoşa dışına taşıyınca, herkes o eski ve güzelim evleri teker teker artık Kıbrıs’ı kendilerine vatan yapan ve bu ülkede bir gelecek arayan insanlara devrettiler.
Kıbrıs insanı aile nüfusuna göre bir düzen kurar, eski adet üzere.  Lakin o yeni Lefkoşa sakinleri, o küçük veya oldukça büyük evlere üçer beşer aile olarak yerleşmişler, çoluk çocuk yerlere yorgan serilerek bir hayat geçirmişler ve bir tencereden tahta kaşıkla yemek yemişler.  Sanırım bu adet hala daha sürmektedir.  Bu türdeki yaşantının amacı, para biriktirmektir o insanlar için.
Tekrer Pansiyonculuğa dönecek olursak, o denetimde ne kadar ilginç görüntülere tanık olduğumuzu asla ve asla unutamadığımızı ifade etmem lazım.
Hatırlıyorum...  O eski çift katlı güzelim bir köşkü Lefkoşa içini kendine mesken tutan bir işletmeciye kiralamıştı eski sahibi.  O güzelim köşkün oymalı duvarları ve süslü tavanları, eski avizeler ve arka tarafa kapısı açılan kocaman bir bahçesei ve vardı ve o bahçe müthişti.
O binanın üzerinde “Otel” yazıyordu.  Tamamen ticari amaçlı yazılmış bir şeydi o “Otel” ifadesi.  Kendimizi işletmeciye takdim ettiğimizde “Buyurun görün” demişti bize. Ama pansiyon işletmecisi bayağı tedirgin olmuştu.
Anımsadığım kadarı ile o köşkün girişte kocaman bir holü, karşılıklı dört odası, hemen o büyük holün bahçeye bakan mekanında bir mutfak ve mutfağın içinde alttan yanma bir hamam odası vardı.  Üst kata kıvrımlı tramzan ve mertivenlerle çıkılıyordu.  Hani bazı filmlerde gördüğümüz köşklerin tipinde bir estetik...
Üsta katta da karşılıklı dört oda ve bir camekan vardı.  Odalara gireceğimizde şöyle düşünmüştük:
“Herhalde her odada dört kişi kalıyor.”
Odalara girdiğimizde her odada yirmi beş otuz kadar yatak görmüştük.  Ayak kokusundan da durulmuyordu.  Bütün odalar aynı insan sayısına hitap ediyordu.
Bunları bıraktık, bir de bahçeye bakalım dedik.
O büyük ve güzelim bahçeye lamarinadan odacıklar yapılmış, içine pastırma gibi insanlar doldurulmuş, avlunun ta ucuna da bir tuvalet yapılmış.
O gün bahçeye çıktığımızda kocaman bir kuyruk vardı tuvaletin önünde.  Tuvaleti kullanacak kişilerin elinde de birer maşrapa dolusu su vardı.  Tıpkı Kemal Sunal’ın filmlerindeki gibi bir traji komik durum vardı.
İşte o an şöyle demişti encümen:
“Turizme böyle mi hizmet edeceğiz Allah aşkına?”    O gün alınan karar doğrultusunda “Otel” tabelasını hemen indirtilmiş, bütün o lamaridan odacıklar yıktırılmış ve o pansiyona kilit vurulmuştu.
Öyle anlamıştık ki, Kıbrıs’a çalışmaya gelen yüzlerce, hatta binlerce Türkiyeli işçilerin barınak yerleriydi orası.  Niçin öyle bir hayat?  Sırf para biriktirmek için.  Ama gelin görün ki şu pansiyon işletmecisi gibi nice sözde pansiyoncular vardı ki, adeta sülük gibi o zavallı işçilerin ciğerlerini söküyorlardı.
 Turizm Bakanlığı bunca zamandan sonra pansiyonculukla ilgili neler yapar pek bilemiyorum.  Umudumuz odur ki, ülkede gerçek anlamda pansiyonculuk yapılsın ve adam gibi insanlar o köhne ama şahane otantik mekanlarda geceleme yapabilsinler.
Pansiyonları tercih eden normal insanlar, ucuz otel bulamadıkları için, bütçelerine uygun olan pansiyonlarda gecelemeyi tecih ederler.  Şayet utanç duymayacakları bir pansiyon bulabilirlerse...
Şu bizim güzelim Lefkoşamız buna layık mı diye düşünüyorum.  Artık o antik binalar eski sahiplerinin de değil.  O nedenle Lefkoşa surlar içine yakışan bir Lefkoşa yaratmayı istemek herkesin hakkı değil mi?
O zaman Turizm Bakanlığı’nın kulakları çınlasın diyorum.