Biz müslümanların en mübarek ayıdır Ramazan...  Üç ayların en önemlisi.  Ramazan’ın gelişi ile oruç günleri başlar, sonra da iftar vakti gelir.  Dört dörtlük dinine bağlı bazı dinlarlar, “Biz elhamdüllillah müslümanız” derler bir gururla.

            İnsanlığın var olduğu günden Müslümanığa kadar gelinen zamanda ne kadar çok büyük arayışlara girmiş insanoğlu...

            Şamanizmden günümüze uzanan o uzun din ve gizli bir güç arayışı mevcuttur esasında.  İbadetin anlamı gerçekte “iç huzuru bulma, bütün kötülük ve kötü düşüncelerden arınma ve Allah’a şükrederek yaşamdır” bana göre.

            Zaman zaman bazı arkadaşlarla din ve Allah’ın varlığı üzerine bazı sohbetler ederken, bayağı ilginç görüşleri de yakalamış oluruz.

            Kimisi, “Allah” denen çok büyük bir gücün varlığını temsil eden isimdir esasında, der.  O inançla insanlar en zor zamanlarını aşmasını bilirler.  Ve en zor zamanlarında “Allahım bana yardım et” ifadeleri ile inandıkları o büyük güce sığınırlar iç dünyalarında.

            Bazı kişiler davranışları ile sanki kendilerini Allah’a kanıtlamak istercesine dini vecibelerini yerine getirirler.  Türkiye’de basılan din kitaplarının derinliğiine indiğinizde, birçoğunda din istismarı olduğuna tanık olursunuz.

            “Yobaz” diye tanımladığımız din tellaları uydurma hikaye ve hurafelerle insanları etkilemeye ve toplumda kendilerine yer etmeye çalışırlar.  Bunlardan bazıları aklıma gelebilir.

            Mesela “Peygamberimiz şu dereden su içti, siz de içerseniz mekanınız cennet olur” gibi ifadeleri insanları duygu sömürüsü ile yanlış yönlendirirler.  Bu tür uydurma hikayeleri yazanlar veya camilerdeki vaazları yapanlar, peygamberimizin o dereden su içtiğini görmüş mü ne?

            Gerçek olan en önemli şey nedir?

            İnsanların inanç noktası olarak algıladıkları “Büyük bir gücün varlığı”dır bana göre.  Bir kalenin burçlarında açan güzelim çiçeklerin minicik, toz şeklindeki tohumlarının o taşların arasında çimlenmesi ve dünyanın güzelliklerine katılması, o gücün belgesi değil mi?

            Bütün canlıların üreme organları vardır.  O üreme organları sayesinde gebelik ve belli bir süre sonra da bir canlılnın hayat bulması söz konusudur.

            Anatomik anlamda bir insan vücudunu düşünün.  “Allah” dediğimiz o güç, insanın bütün iç organlarını  biçimlendirmiş, o biçimlenen vücuda duygu katmış, beyine akıl eklemiş, iletişim açısından dil vermiş ve gelişmiş bir yaratık haline getirmiş.  Bu tanımlama bütün canlılar içindir esasında.  Kocaman bir zeytin ağacının dalları, yaprakları, çiçekleri ve mevsimi gelince dallarında oluşan zeygin taneleri...

            Denizler ve deryalar rakamla tanımlanamayacak kadar hayvanın varlığını da gözler önüne sermiş insanlar.  İlk çağların insanları denizdeki balıkları sivri uçlu oklarla yakalamış ve o yakaladıkları balıkları çiğ çiğ yemiş.  Sonra ateşi bulmuş insanoğlu.  Ateşle beraber ışığı ve ısınmayı öğrenmiş.

            Uzayın boşluklarındaki gezegenler, güneşin cazibesi ve sonsuzluğa kadar uzanan o mavi yolculuk ise, yine o büyük gücün yaratıcılığının belgesi değil mi?

            Şayet yeniden ibadete dönecek olursak, şu soruyu sorabiliriz, kendilerini Allah’ın en sevgili kulu (!) zanneden hokkabazlara.

            “Allah’la benim arama kim girebilir?”

            Kesinlikle kimse giremez.

            Gerçek bu değil mi?

            İnsanın iç dünyasında acılar, sevinçler, heyecanlar, mutlulukla mutlsuzluklar vardır.  Evrensel değerler bağlamında bakmak lazım olaya.  İlle de ben kendimi Allah’a kantılamak zorunda değilim.  Sadece dürüst ve ahlaklı bir insan olarak kendimi toplum içinde var edebilir ve iç huzurumu öyle sağlayabilirim.

            Bir de şu soru geliyor aklıma...

            “Namus örtünün altında mı?”

            Evet namus örtünün altında mı, yoksa kafada mı?

            Günlük hayatımızda ne namuslu görünen kadınlar gördük, ne genelevlerde bedenini satarak hayatını kazanan orospuları gördük, Alah’a tevekkül eden...

            İşin gerçek yüzü buradadır.  İnsanoğlu namusun resmini çizebilir mi? 

            Şu söz de yabana atılacak bir söz değildir...

            “Herşey insanlar için!”

            Gerçekten herşey insanlar için değil mi?

            İnsanlar hayatı paylaşırken bile kendi egolarını ortaya koyabiliyorlar.  Önemli olan, insan olmak değil mi?

            Şayet ben camiye gidip ibadet etmezsem, beş vakit namazımı kılmazsam, orucumu tutmaz ve zekat vermezsem, kim sorgulayabilir veya yargılayabilir beni?  Ama ben önce insanım, sonra da ahlaklı ve onurlu duruşumla bir toplum bireyiyim.  Fakire fukaraya yardım eder, maddi katkılarım yanında manevi katkıda bulunurum.  Yani ben insanım.

            Bazen Cennet’la Cehennem sözü geçince ben ge şu yanıtı veririm karşımdakine.

            “Bence cennet de, cehennem de dünyadadır.”

            Bu da gerçek değil mi?

            Ağır bir trafik kazası geçiren, kanserin ağrılarından mahvolan insanın hayhatı cehenneme dönüşmez mi?  Veya huzurlu bir ortamda ailesiyle mutlu yaşayan bir insanın maddi manevi bütün erdemleri bünyesinde varsa, o kişinin hayatı bir cennet mekanı değil mi?

            Yani iç huzur.

            Zaman zaman günahla sevabı sorgulamanın da bir tezat olduğunu düşünürüm.  Sevap, yardımseverliğin timsalidir.  Günah da, insanlara acı çektirmek, ırza geçmek, çalmak, haksızca kendini var etmek değil mi?

            Bu örneklerden binlerce üretebilir ve din bilimini ve inançları tartışabiliriz.

            Her ne ise...  Bütün Müslüman kardeşlerimin Ramazan’ı mübarek olsun, diyorum....