Bugün “Anneler Günü”...  Bütün annelerin günü...  Ana –evladın sarılarak birbirini koklayıp öptüğü gün...

                Bu yılki anneler günü maaelsef en sızılı bir şekilde kutlanıyor.   Ne ananın evladını koklaması, ne de evladın annesini kucaklaması var bu yıl.  Şartlar madem böyle getirdi, elbette ki insanlar içinde bulunduklarıı şartlara uyarak hem kutlamalarını yapacaklar, hem de sevdiklerini uzaktan sevecekler.

                “Uzaktan sevmek” çok anlam taşır.  Hani bir şarkı vardır ya...

                “Seni uzaktan sevmek aşkların en büyüğü” diye...

                Sanki o şarkı böyle günler için yazılıp bestelenmiş.

                Teknoloji geliştikçe mesafeler de bayağı kısaldı.  Hangi anlamda söylüyorum bunu? 

Görüntülü telefonlarda iletişim anlamında.

                On-line üzerinden yapılan dersler ve bilgiler anlamında.  Ve daha bir sürü teknolojik gelişmelerle.

                İçinde bulunduğumuz çağın insanlarının çok şanslı olduğunu ifade ederdik daha düne kadar, koronavirüs belası bizi sarana kadar.

                Hayatımız gittikçe anlam kazanırken bu durum karşımıza çıkmış ve şu anda çırpınıyoruz.  O çırpınışımızın içinde, “Yakınlarımla, anne babamla, kardeşlerimle ve tüm sevdiklerimle nasıl bir arada olabilirim” düşüncesi var olurken, elbette ki bunun adı özlem ve yaşamın tadının kaçmasıdır.

                “İletişim” dedim de geçmiş çocukluk yıllarım geçti aklımdan...

                İkinci Dünya Savaşı’nda Alman uçakları Kıbrıs’ın üzerinde uçarken, rahmetlik babamın yaptığı sığınağa girerdik.  Uçaklar geçtikten sonra da sığınaktan çıkar normal hayatımıza devam ederdik.  O zamanlar evlerde ve hayatımızda ne telefon vardı, ne televizyon, ne bilgisayar, ne cep telefonları ve görüntülü konuşmalar.

                Hatırlıyorum...  Yakın bir akrabamız bize gelirdi köyden.  O kadın akrabamız bizim öz teyzemiz gibiydi.  Kendisi köyün oldukça zengini ve gün görmüşüydü.  İsmi Ayşe’ydi, rahmetlinin.  Beş vakit namazında tertemiz bir kadındı.

                Ayşe Teyzemiz de anneydi, annem gibi...  İki oğlu vadı.  Birisi okulu bitirince Avustralya’ya göçmüş, diğeri okula devam etmişti.  O zamanlar, yani İkinci Dünya Savaşı sonrasında gençler, yine İngiliz kolonisi olan Avustralya’ya göç ederlerdi.

                Konuyu nere bağlayacağım, merak etmişsinizdir sanırım.

                Konuyu iletişimsizlikten kahrolan ana yüreğine, evlat yüreğine ve özlemlere...

                O günlerde bizde kalan Ayşe Teyzemizin okuma yazması yoktu.  Avustralya’daki oğluna bütün mektuplarını bana yazdırırdı.   Keşke o mektupların kopyalarını alabilme şansım olsaydı.

                Genellikle bu tür mektuplar her hasretlik söylerdi.  Ana yüreğinin özlemlerini, evladın kokusunu ve geçmişte yaşananlarla yaşanması arzulanan zamanları...

                O mektuplara şöyle başlardık...

                “Sevgili oğlum Cahit,

                Sen Kıbrıs’tan gideli tam sekiz yıl oldu.  Seni ne kadar özlediğimi bilemezsin.  Bizler çok şükür iyiyiz.  Remzi okula gidiyor. O da iyi. (Eşinden ayrı olduğu için eşinden söz etmiyordu). 

                Bu yıl bostanı ektik.  Ne kadar çok isterdim sana bizim bostanın kırmızı karpuzlarından göndermeyi.  Sıcacık taş fırın ekmeğini, davarın akşam dönüşünde koyunlardan sağdığım sütün yudumlarını, Kıbrıs hellimini, bizim bahçenin bardak incirini...

                Bizim eşek doğurdu...  Keçiler de doğurdular maşallah.   Dul halimle benim bu koca davara bakacak halim yok ya...  Davarın kontrolunu bizim Baflı Hasan Efendi’ye verdim.  O da yaşlı karısı Baflı Zehra Hanımla bizim mandradaki yardımcı kerpiç evlerde kalıyorlar.

                Son mektubunu tam altı ay önce almıştım.  Şimdi sana yazdırdığım bu mektubu kim gilir kaç ayda alacaksın.  Yani senin mektubun gelecek, üzerinden altı ay geçecek, benim mektubum sana gönderilecek, onun da üzerinden altı ay geçecek,  sana ulaşsın.  Yani senden senede bir gün bir mektup almış oluyorum.

                Birşey değil Cahit’im.  Yeter ki sen iyi ol, sağlıklı ol, mutlu ol.  Böyle uzaktan da olsa, senden gelen mektubu koklayarak senin hasretini gideriyorum.  Hala aynı fabrikada mı çalışıyorsun?  Hala evlenmedin mi?  Oralarda havalar nasıl? 

                Bizim köye dönen bazı Avustralyalıların dediğine göre, sizin oralardan trenler geçiyormuş geniş caddelerden.  Sen de trene biniyor musun?  Bizde trenler kaza yapınca İngiliz onları kaldırdı.  Artık köy otobüslerini kullanıyoruz anlayacağın.

            Seni hasretle öpen ve kucaklayan annen...

Not: Erken mektup yazmayı ihmal etme.  Beni ayakta tutan senin mektuplarındır.     Annen Ayşe...”

                Bunlar aklımda kalanlar...

                Zavallı geçmiş dönem insanları...  Anaların kuzularından ayrı kaldığı, boğaz tokluğuna bir ömür törpülediği, hasret mektupları ile yaşamak zorunda kaldığı zamanlar...

                O zaman hasretler öyle giderilirdi.  Ya şimdi?

                Görüntülü telefonlarla bütün özlemlerimiz gideriliyor, annelerimizi kucaklayamasak da.  Veya annelerimiz bizi kucaklayamasa da.

                Özellikle şimdiki zamanın acıları bir başka oluyor.  Annenize çok yakınsınız ama o sizden çok uzaklardadır.  Veya sen ona çok yakınsın ama o sen ondan çok uzaklardasın.   Birbirinize dokunamıyorsunuz.  Ne siz annenizin kokusunu, ne de anneniz sizin kokunuzu koklayabiliyorsunuz.  Bundan kötü,  dramatik bir durum olabilir mi?

                İşte o bağlamda “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” şarkısını söyler gibi olursunuz.  İnsanın hem yakında, hem de çok uzaklarda olması ne acı birşeydir, anlayabilir misiniz?

                Herşeye rağmen bütün annelerin Anneler Günü kutlu olsun.  Şayet sokağa çıkma şansım olsaydı, rahmetlik annemin mezar taşlarına bir deste kırmızı gül bırakacaktım.  Çünkü o benden sonsuza kadar çok uzaklarda ve erişilmezliklerdedir.  Benim ona verebileceğim en büyük hediye, “Rahmetlerimle, yattığı yerde huzur içinde uyuması ve ona bir Fatiha suresi okumam”dır. 

Seni hala dün gibi çok seviyorum, sevgili ve erişilmez annem...  Anneler Günün kutlu olsun!