Bir insanın “sanatçı” mertebesine erişebilmesi için, çok büyük uğraşlar vermesi ve çok da fedakarlıklarda bulunması lazım.  Hani “zirve” dedikleri noktaya gelen ama o başarı nispetine inat, pek çok da acılara maruz kalan nice sanatçı da olduğunu unutmayalım.

Geçenlerde ünlü kemancı Suna Kan’ın bir açıklaması vardı. 

“Ellerimdeki rahatsızlık nedeniyle artık kemanı bıraktım” demişti Suna Kan.  

Bir vitüözün veya bir sanatçının kendi dalında ünlenmesi bir yana, son vaktinde çaresiz kalması ve sanatını icra edememenin ezikliği içinde yıkılması çok acıdır.

Suna Kan hangi keman konçertosunu izlerken üzülmez ki...

Onu ilk ve son kez 1962 yılında Baf Kapısı yanındaki Palas Sineması’nda izlemiştim.  Müthiş bir kemancıydı.  Parmaklarını görmek mümkün değildi enstrümanını çalarken.  İşte öyle bir sanatçı artık kemanına bile dokunamıyor.

Mesela klasik müziğin duayeni ve en büyük bestekarı, Beethoven, belli bir yaşa gelince sağır oldu.  Bir bestekarın işitememesi veya enstrüman çalamaması ne büyük bir işkencedir o sanatçı için.  Veya yine bir müzik sanatçısının gözlerini kaybetmesi ve notaları okuyamaması...

Genellikle harika sanatçıların kulakları ve duyuları çok hassastır.  Beethoven o sağır kulakla bile hem beste yaptı, hem de konserler verdi.  Ama yıkılmadı.

Bir ressam düşünün...  Bütün dünyası renklerle dolu ve tuvallarle ve de fırçalarla tuvallere hayat veren ünlü bir ressam...  O ressamın gözlerini kaybetmesi ne kadar hazin ve acıdır, bilir misiniz?

Bunlara daha da örnekler verebiliriz.

Mesela dünyaca ünlü nice sporcular vardır ki, ciddi şekilde sakatlanmışlar ve adeta tekerlekli sandalyeye mahkum olmuşlardır.  O kıvılcım gibi, yerinde duramayan sporcunun bir tekerlekli sandalyeye mahkûm olması da o denli acı vericidir.

Geçen gün yaşını almış, çok sevdiğim bir hocamı evinde ziyaret etmiştim.  Adamcağız çok uzun zamandan beri göz rahatsızlığından muzdaripmiş.  Galiba şekerden ötürü bu durumlara düşmüş.

O hocamı çok iyi anımsıyorum okuldan.  Bütün ömrü kitap okumakla geçti diyebilirim.  Özellikle biyografik eserlere bayıldığını söylemişti bana.  O ziyaretimde kendisine tam üç tane tuğla gibi kalın kitaplarımdan hediye ettiğimde çok mutlu olmuştu ama gözleri dolmuştu.

“Ben artık okuyamam ki evlat” dedi.

Gözlerini veya görme yetisini kaybeden insanlar çıkış yolları ararlar hayata tutunmak için.  Kendisine şöyle bir teklif yapmıştım:

“Hocam, ben size istediğiniz kitabı bir teype okuyup getireyim, siz de kitabı okumuş gibi olursunuz” dediğimde tepki vermişti.

“Seni çok iyi biliyorum oğlum.  Sen o kadar zaman fakirisin ki, sırf beni mutlu etmek için böyle bir fedakarlığını kabul edemem.  Lakin çağ değişmiştir.  Bir zamanlar Amerika’ya gitmiştim.  O zaman da gözlerimde sorunlarım vardı. Ünlü yazarlar, kendi seslerinden kitaplarını CD’ye yükleyip satıyorlardı.  Dinlediğim zaman beni tatmin etti diyemem.  Belki kendi kültürümüz ötesinde bir CD idi o.”

Ve o hocam, görme özürlü bir insanın kitap tutkusunun giderilmesi hususunda şunları ekliyor sözlerine.

“Belki bir kulüp veya bir kurum oluşur.  O kurum, görme özürlü insanların okuma tutkularını tatmin için geniş organizeli elemanları bu tür insanlara göndererek, canlı okunan kitabı dinleme şansını kazanırlar. Tabii ki görme özgürlü insanlara kitap okuyacak pek çok fakir öğrenci vardır.”

Ben de “Neden olmasın hocam” deyince, “Sen bu işin peşine düş de bu konuda dertli insanların dertlerin çare ol” deyiverdi.

Gerçekten onun o sözlerinen etkilenmiştim.

Esasında yaşını almış veya yalnızlığa maruz kalmış insanlar için birebir ilaçtır bu uygulama.  Para karşılığında eve çağırılan bir edebiyat öğrencisi, onun yalnızlığını paylaşır ve onunla dost olur.  Bir yerde boş kalan dünyasını doldurur o genç.

Bu tür uygulamalar da bir çeşit terapidir esasında.  Hem psikolojik, hem sosyolojik açıdan.

İşte hayatın acıları ve gerçekleri, anlayacağınız...