Nedense şu virüs günlerinde kendimi hep belgesellere vedim diyebilirim.  O belgeselleri izlerken de hayattan pek çok ders alıyorum.  Doğadan eski eserlere ve Avrupa’nın rönesans dönemine ait binalara, müthiş tablolara ve doğallık içindeki o muhteşem yeşilliklere ve çiçeklere hayran kalıyorum.

O belgesellerde en çok merak ettiğim iki şey vardı, derinliğine öğrenmek istediğim.  Bunlardan birisi İngiltere İmparatorluğunun geçirdiği evreler ve iç çatışmalar, diğeri de diktatör Adolf Hitler’in hayatıydı.

Şayet çok gelişmiş son zamanların netflix televizyonlarından alırsanız veya almışsanız, bu tür belgeselleri izleme şansınız vardır demektir.  O bağlamda ilk izlediğim belgesel film, Lady Diana’nın dramatik hayatıydı.

Prenses Diana’nın geldiği o uzun yolda neler vardı, neler neler...

Kraliçe Elizabeth’in tahta geçişinin hikayesi de bayağı dramatik olaylar dizisinin sonrasındadır.

Mesela İngiltere Kralı’nın ölümü ile onun ilk oğlu olan tahtın varisi  yakışıklı oğlu 7. Edward kral olmuş ama monarşinin bir kuralı olarak soylu bir aile kızıyla evlenmeyi reddetmiş.  Genç Kral ’ın iki kocadan ayrılma Amerikalı çirkin bir kadınla hayatını birleştirme kararlılığı, İngiltere tarihne damgasını vurmuştur.

Hani derler ya...  “Aşk herşeyin üstündedir” diye...

O kral içinde “aşk herşeyden üstündü” diyebiliriz.

7. Edward Kral çok büyük mücadeleler vermişti o kadınını İngiltere Kraliyet ailesine kabul ettirmek için lakin kraliyet, kesinlikle o kadını soylular sınıfına kabul etmemişti.  Kral da, adeta “Alınız tahtınızı, tacınızı başınıza çalınız” dercesine herşeyi arkasında bırakarak hayatını Wallis Simson adlı  o çirkin  kadınla kurdu ve Paris’e yerleşti.

Belki insanlar mutluluğun tanımını yapmaya ve buna örnek vermeye çalışırlarsa, tacını ve tahtını aşkı için terk eden bu İngiliz kralını gösterebilir.

Esasında İngiltere soylularının kanı karışıktır.  Alman-İngiliz karışımı bir kan taşırlar damarlarında.  O nedenle tahtını ve tacını terkeden Kral 7’nci Edward’ın Fransız hayatına adapte olması, Avrupa soylularıyla yaşaması ve o ülkenin kuralları ile var olması hiç de farklılık yaratmamıştı.  Hatta 1936 yılında sevgilisi ile İngiltere Kralı Edward Atatürk’e resmi bir ziyaret yapmış ama o hep bütün törenlerde yalnız görülmüştü.

İngiliz Kraliyetinin geçirdiği evreleri belgelerle izlerken, bu soyluların ne kadar şanslı olduklarını düşünmüşümdür.  Yizlerce, hatta binlerce hizmetkarın emeği ile yaşadıkları tarihi şatolar, o şatoların içindeki ihtişam, tarihi tablolar ve daha nice görsel eserler muhteşemdir.  Sadece o değildir.  İngiltere kraliyet ailesinin yeşillikler içindeki muhteşem bahçelerindeki hayatları ve dünya gezileri bambaşka bir haz veriyor insana.

Ve tabii ki Lady Diana’nın kocası ile ayrılması ve yaşadığı aşkları, ve son sevgilisi ile geçirdiği trafik kazası onun sonu oldu.

İngiltere halkı hep onu sevdi ve İngiliz tarihinin “Lady Diana’sı olarak kalbine gömdü.

Gerçekte soyluların ve özellikle kral ve kraliçelerin hayatları özgürlükle tutsaklık arasına sıkışmış bir yerdedir.  İşte o anlamda zavallı Lady Diana’nın basınla ve gazetecilerle verdiği o büyük kavgalar, bayağı insana üzüntü veriyor, özgürlüğü düşünme adına.

Hitler mi?

Evet Hitler belgeseli insanın kanını dondurak kadar dehşet vericiydi.  Hitler’in askerdeki onbaşılıktan siyasete geçişine ve yavaştan yavaştan kendini kabul ettirişine kadar geçen süreçte, insana şu soruyu sordurtuyor o belgesel.

“Adolf Hitler, nasıl bir güç oldu ve bütün Avrupa’yı kasıp kavurdu?”

Birinci Dünya Savaşı sonrasının Almanyası de kendi iç dinamiklerinde önlerinde Adolf Hitler gibi bir insanı bulacaktı.

Hitler’in, adım adım bir yükselişe doğru giderken, ne kadar katılaştığını, ne kadar otoriter ve etkileyici olduğunu gördük.   Hitler’in sonu gelinceye kadar o Alman halkı ona adeta bir Allah gibi taptı. Onun geçtiği yollara çiçekler attılar, NAZİ  armalı beyraklar savurdular.  Bir yerde şunu diyebiliriz.

“Adolf Hitler, kendi başına Hitler olmadı.  Onu yaratan, yine kendi halkıydı.”

Ve sona geldiklerinde o zaman anlamışlardı Hitler’in acımasızlıklarını, yıkılan Alman kentlerini ve kaybolan hayatlarıNI.  Özellikle Hitler’in dayanamadığı Yahudi ırkının bir soykırıma uğratılması, tamamen onun insanlıktan yoksunluğu ile gelişen gerçek bir süreçti.

Bazı psikologlar onun hayatını analiz ettiklerinde, bu katı ve acımasızlığını, hep geçmişinde aradı.  Mesela Hitler önce ressam olmak istemiş, Güzel Sanatlar Okulu onun yeteneğini yeterli bulmamış ve okula almamış.  Onun resimlerini eleyen öğretmenlerden birisi Yahudi imiş.  İşte o büyük yangına dönecek kıvılcımın ilk ışıkları...

Berlin caddelerinden geçen ordunun resmigeçitlerindeki disiplin muhteşemdi.  Atılan adımlar ne bir santim eksik, ne bir fazlaydı.  O kadar disiplinli ama insana ürküntü veren bir görüntüydü diyebilirim.

Hitler, “Kavgam” adlı kendi hayatını anlatan kitabı kaleme aldığında bütün Avrupa çalkalanmıştı.  Yakında yayın hayatına girecek olan son eserim “Rauf Raif Denktaş- VAR OLMA SAVAŞIM” adlı kitabımın ismini önce “BÜYÜK KAVGAM” koymuştum.  Bir gün rahmetli Dr. Kaya Bekiroğlu dostumla sohbet ederken söz bu kitaptan açılınca ve  kendisine kitabın ismini verince bana şöyle demişti:

“Sakın o kitabın adını ‘BÜYÜK KAVGAM’koyma, çünkü Hitler’in kendi el yazısıyla yazıp kitaplaştırdığı hayatının kitabı ‘KAVGAM’dır “ demişti.  Bunun üzerine kitabın ismini değiştirmiştim.

O günden sonra “KAVGAM” adlı kitabı aramaya başlamıştım.  Takriben yirmi beş, otuz yıl önceydi...  Zaten Denktaş’ın kitabını da otuz yılda bitirmiş oluyorum, naçizande bir ifade ile.

İşte meraktan olsa gerek, Türkiye’deki bütün kitapçılarda Hitler’in kitabını aramaya başlamıştım.  Her soruduğum kitapçı bana “Bu kitap Türkiye’de yasaklandı” dedi.  Nasıl olmuşsa, bir süre sonra Hitler’in kitabı yayınlandı ve alenen satılmaya başlandı.

Hitler’in “KAVGAM” adlı kitaıbnı okuduğumda sinirlerimin bozulduğunu hissettim.  Gerçek acıları ve dehşetin kitabıdır esesında o kitap.

Siz belgeselleri mi izlemek istersiniz?  O zaman çelik gibi sinirlere sahip olmanız gerekiyor.

O kadar çok belgesel film ve kitap vardır ki...

Rusların Çarlık dönemi bir başkadır.  Fransız İhtilali ve Charles Dikens’in “İki Şehrin Hikayesi” adlı eseri ve Fransız devriminde yaşananlar, giyotin altında kesilen kelleler ve dahaları.

Velhasıl belgeseller insanı bir yerlerden alır ve bir yerlere sürükler diyebilirim.  İşte savaşlar ve hayatlar, anlayacağınız...