Mevsimsel değişiklikler, elbette ki insanları çok ciddi şekilde etkilemektedir.  İlk ve sonbaharlarda pek etkileşim olmaz.  Lakin ilkbahar yazın acımasız sıcaklarının müjdesidir.  Sonbahar da kışın en soğuk ve mahvedicisidir.

            Galiba her kış veya her yaz geldiğinde acımasızca dert yanarız.

            “Bu yaz, şimdiye kadar gelmiş geçmiş yazlardan daha yakıcıdır” deriz mesela.

            Veya “Bu kışın soğukları hiçbir zaman bu kadar dondurucu olmadı” deriz.

            Halbuki mevsimler gerçek yüzlerini göstermeye başlayınca, geçmiş mevsimlerin yakıcılığını veya donduruculuğunu unutuyoruz.

            Bazı insanlar yazla kışın çarelerini kıyaslarlarken şöyle derler:

            “Kışın amanı var da, yazı amanı yok.”

            Yani kışın şöminenizi, mangalınızı veya odunlarınızı yakar ısınırsınız da, yazın serinlemek için çareler ararız.

            Bu sözlerim klima dünyasının dışında olan sözlerimdir.

            O zaman bir soru sormak lazım kendimize.

            “Eskiden klima mı vardı hayatımızda?”

            Rahmetlik ninemle dedem yazın sıcaklarından kurtulmak veya bir nebze rahatlamak için şöyle derlerdi:

            “Oğlum!  Eskiden köylerde büyük frasan küpleri vardı.  O küpleri en kaba gölgeli ağacın altına koyar, yarıya kadar kuyudan çektiğimiz suyla doldurur, içine girerek serinlerdik.  Kavun karpuzumuzu torbalara koyarak kuyunun en dip noktasına kadar sarkıtırdık.  Konyak şişelerine doldurduğumuz suları bile kuyuya indirirdik.”

            Eskiden insanlar ne kadar zor şartlarda bir hayat sürüyorlardı.  Hele bir düşünün...  İçinde yaşadığımız çağda klimalar Hızır gibi imdadımıza yetişiyor.  Artık evlerde soba veya ocak yakmaya gerek kalmıyor ısınmak için.  Klimaya dokundun mu, evin içi hamam gibi ısınıyor.

            Yazın çalıştırılan klimalar için o kadar rahat yorum yapamıyoruz.  Çünkü sabaha kadar yanan yatak odalarındaki klimalardan hasta oluyoruz.  Her tarafımız klimanın acımasızlığından kemiklerimiz ve adalelerimiz tutuluyor.

             Her çağın insanı kendi şartlarında bir hayat sürer.

            Yeni gençlere şu frasan küpleri meselesini anlattığımızda yanıtları şöyle olur:

            “O çağ, o dönem, sizin çağınız ve sizin döneminizdi.  Bizim dönemimiz teknolojinin tavan yaptığı bir dönemdir.  O nedenle siz kendi çağınızı yaşayarak buralara kadar geldiniz, biz de yeni hayatımızı yeniliklerle daha ötelere taşıyoruz.”

            Esasında gençlerin veya yeni cenerasyonların değerlendirmesi doğrudur.

            Şayet Taş Devrini, Tunç Devrini şöyle bir kafamızdan geçirdiğimizde, hayatın o zamanlar ne kadar iptidai ve ne kadar zor olduğunu anlarız.

            Hayat bir şanstır...

            O hayatın şansı, gelişme ve var olma anlamındaki dünya olanaklarıdır.

            Bakıyoruz bütün dünyadaki devasa yangınlara...

            O devasa yangınları söndürmek için çağın bütün teknolojileri seferber ediliyor.

            Ya geçmiş yangınlar ve eski hayatlar...

            Eskiden “Tulumbacılar” diye bir itfaiyeci örgütü vardı.  O tulumbacılar ne kadar iptidai şartlar altında yangınlarla baş edebilirlerdi, bunu düşünüyorum.

            “Hayat” dedik de, hayatın kesitlerinde yaşanmış acılar ve sevinçler olduğunu düşünmüyoruz.  Her dönemin insanı onun için kendi olanaklarına ve kendi zorluklarına göre değerlendirme yapıyor.

            Yine de şükretmemiz lazım, içinde bulunduğumuz gelişmiş dünyada yaşadığımız için.

            Yine eskilerden bir anekdot anlatayım...

            Hani zaman zaman deriz ya... “Hayat bizi bir yerlere sürükledi” diye.  O sürüklenişte geçmiş savaşlar, yokluklar ve kültürel körelmişlikler vardır.

            Bugün cep telefonlarımızda dünyanın her yerine ulaşabiliyoruz.

            Yıllar sonra çok yakın akraba olduğumuzu öğrendiğim bir göçmen ihtiyara sitemim şöyle olmuştu:

            “Biz nasıl akrabaymışız?  Bunca yıl birbirimizden haberdar olamamışız.”

            O yakın akrabam olan ihtiyar bana şöyle demişti:

            “A evladım...  Eskiden bir kızı uzak bir köye gelin gönderirlerdi.  Çeyiz bohçasını eşeğin üstüne koyar, eşiyle  gelin gideceği köyü yolunu tutardı.  O kızdan belki yirmi otuz sene sonra haber alırdık.  Ne telefon vardı, ne araba, ne de bir haber.”

            İhtiyar haklıydı.  Yani teknolojinin zeresi yoktu o zamanlar.

            Şimdi sıcaklarla soğukları kıyasladığımızda, pek çok şey çıkıyor önümüze.  Eski hayatların doğallığı, yenen sebzenin organikliği, ilaçsız yiyecekler bambaşkaydı.  Lakin gelin görün ki, herşeye rağmen yeniliklerden ve teknolojik gelişmelerden de kaçamıyoruz.

            Yaşadığımız çağda kanser vakaları da çoğaldı.  Neden, ilaçlı ve hormonlu yiyeceklerden.

            Velhasıl hayat öyle birşey ki, kendimizi o tablonun neresinde görür veya neresinde yer alırız diye onun sorgulamasını yaparsınız.

            Yeniden iklimlere dönecek olursak, haydi sıkınız dişinizi, şunun şurasında bir aylık veya bir buçuk aylık bir zaman kaldı havaların serinlemesine.

            Kim bilir gelecek mevsimler bizlere ne sürprizler yapacaklar...