Geçen hafta Kıbrıs Haber Sitesi adına Elif Şen Çatal’la yaptığım, Corona salgını, Devlet’teki çift başlılık ve sistemi değiştirme (başkanlık sistemine geçme) konuları ile ilgili   söyleşiyi Vatan’daki köşemde de paylaşmıştım.

Özellikle sistem değişikliği konusunda söylediklerimin, en azından bazı kişilerde, başkanlık sistemine geçmeyi savunduğum gibi bir algı yarattığı izlenimini edindim. Oysa bana sorulduğu için, ilkesel bağlamda yanıt vererek, kendimize özgülük olması, sistemin özü olan fren ve dengelerin iyi oluşturulması koşuluyla başkanlık sistemine geçilmez diye bir düşüncem” olmadığını söyledim. Bundan “başkanlık sistemine geçilsin” dediğim anlamı çıkacağını düşünmedim.

Ben ilke olarak bir sistemin “reçete” olarak gösterilmesini çok yanlış bulurum. İlle de parlamenter sistemi bırakıp başkanlık sistemine geçmeyi “reçete” olarak göstermenin mantığı yoktur. Bunu savunanlar, tüm yönleriyle belirlenmiş kurum ve kuralları olan yalnız iki sistem olduğu saplantısı ya da bilgisizliği içinde görünüyorlar. Büyük olasılıkla devlet sisteminin ülkenin siyasal parti sistemiyle de bağlantılı olduğunun ayırımında değildirler. Konuyu “Fenerbahçe – Galatasaray” rekabeti gibi algılayıp “parlamenter sistem mi, başkanlık sistemi mi” tartışmasına indirgeyenler de vardır.

Oysa sorun sistemde değil, sistemi oluşturan o ülkenin “siyaset kurumu”ndadır. Kaldı ki dünyada ne tek bir başkanlık sistemi, ne de tek bir parlamenter sistem söz konusudur ve her sistemde başarılı olmuş devletler vardır. İngiliz, Alman hatta İsrail’deki başarılı parlamenter sistemlerin her biri farklıdır, kendine özgü özellikler taşır üçü de çok iyi işlemektedir. Başarılı başkanlık ya da yarı başkanlık sistemlerden de söz edilebilir. İsviçre, ‘meclis hükümeti’ sistemiyle dünyanın en müreffeh ülkelerinden biridir.

Yazılarımda ya da konuşmalarımda, konuya ne zaman değindiysem bu düşüncelerimi açık ve kesin olarak ortaya koydum. Kıbrıs Türk Halkı’nın Siyaset Kurumu Üzerine Deneme adlı kitabımda da bunu yapmıştım.

ANAYASAMIZIN ÖNGÖRDÜĞÜ “SOSYAL DEVLET” ANLAYIŞI NEREDE?

Corona salgınına karşın, genel anlamda iyi, yerinde, zamanlaması güzel etkili bir “devlet refleksi” ortaya konduğu; bu bela ile savaşımda, “günümüz itibarıyla” başarılı olmadığımızı söylemenin insafsızlık; tek tek ağaçlara bakıp ormanı görmezlikten gelme anlamı taşıdığı açık ve nettir. Elbette her şey “mükemmel” değil! İnsan olan yerde “mükemmellik” diye bir şey olamaz. 

Sağlık Bakanı Ali Pilli’nin süreci iyi yönetemediğini söylemek de haksızlık olur. Sağlıkçılarımız büyük özveri ve başarılı performans sergilediler. Yine de oturmuş ve çalışan bir sağlık sistemimiz olmadığı da kesin!

Temelde “sağlığın ticari meta” olmasına ilkesel olarak karşıyım ve bunun öyle olmasını sağlayan süreci, bu süreci yaşatanların başında sol düşünceye sahip olduklarını söyleyenlerin olmasını yadırgayarak şaşkınlıkla izledim.

Gelinen noktada, geriye dönüşün hemen hemen olanaksız olduğu kesin! Buna karşın, gerçek anlamda sosyal devlet anlayışıyla bir sağlık sistemi oluşturulabilir. Yeter ki insanların sağlık gereksinmeleri karşılamak için “ticari meta” anlayışına yönelmeleri, sistemden kaynaklanmasın, kendi “kişisel tercih”leri olsun.  

Eğitimde durum daha da kötüdür. Eğitimin “ticari meta” olmasına, en azından “fırsat eşitliğini” buharlaştırmasına karşıyım ve bunun öyle olmasını sağlayan süreci, bu süreci yaşatanların başında sol düşünceye sahip olduklarını söyleyenlerin olmasını, şaşkınlıktan öte hayretle de izledim.

Eğitimde gelinen noktadan da geriye dönüş olanaklı görünmüyor ama en azından, yalnız sosyal devlet anlayışı bakımından değil, anayasal zorunluluk açısından da “olmazsa olmaz” olması gereken “fırsat eşitliği”nin zedelenmemesi sağlanır.        

  Sosyal devletin gereği olan kültür konusunu konuşmayalım bile! Maalesef kültürün işlev olarak yalnız ilgili bakanlığın tabelası ile bakan ve yüksek bürokratların kartvizitlerinde yer aldığı bir ülkeyiz.

Genel bir bakış açısıyla sosyal güvenliğin, sosyal devlet anlayışı bakımından oldukça iyi bir noktada olduğumuz kesin! Ama orada da, ek/yardımcı bir sosyal güvenlik düzeneği  olan ihtiyat sandığında, yabancı işçilerin haklarının gasp edilmesi olayı var. Corona mağdurlarının bir bölümüne transfer edilen istihdamı teşvik fonunun böyle bir kaynak olması düşündürücü ve rahatsız edici! Bunu yaratanların “solcular” olması başka bir “garabet!”

Özürlü sorunları ile ilgili buyurucu kuralları var anayasanın ama bu sorunlar sürüp gidiyor. Bunun anlamı açıktır: Hem anayasal kurallar es geçiliyor, hem sosyal devlet anlayışı!

Ya fiziki planlama ya da imar planlarının yapılmamasına (Gazimağusa-Yeniboğaziçi-İskele İmar Planı örneğinde olduğu gibi)  ne diyeceğiz?

Orman yangınları için oluşturulan erken uyarı sisteminin, ödeneksizlik yüzünden devre dışı bırakılmasının, sosyal devlet anlayışı içinde yeri olabilir mi?

Elbette ki sosyal devlet anlayışı yalnız yukarıdakileri kapsamaz. Ben bazı üzerinde durdum.

Sosyal devlet gereklerinin yerine getirilmemesi genellikle bütçeye, kaynak yokluğuna bağlanır. Sosyal devlet anlayışında bütçe gelir – giderleri denkleştiren bir çizelge olarak düşünülemez. Kaldı ki bütçeden kaynak aktarılması bir tercih konusudur. .  

Konunun bugünün siyasal erkine indirgenemeyeceğini ve bütünüyle siyaset kurumunun sorunu olduğunu özellikle belirteyim.

           

ÖNCELİK SİSTEMİ DEĞİŞTİRME DEĞİL, SOSYAL DEVLETİ GERÇEĞE DÖNÜŞTÜRME OLMALI
Sözün özü, önemli olan sistemin kendisi değil, sistemi kendi koşullarınıza uyarlayabilmek ve daha önemlisi kendinize özgü bir yapı ve düzeneğe dönüştürebilmektir. En iyi anayasa ve yasalar, kötü uygulayıcıların elinde kötü; en kötü anayasa ve yasalar iyi yöneticilerin elinde iyi yönetim getirebilir. 

Bana göre, bu Corona döneminden dersler çıkarıp gelecek için hedefler saptarken öncelik, başka bir sistemi reçete olarak pazarlamaya çalışmak değil, Anayasamızda açıkça yer alan “sosyal devlet”i gerçekleştirmek olmalıdır.

Değişik anlatımla “sosyal devlet”i gerçekleştirmek, sistemi değiştirmekten önce gelir ve sosyal devlet anlayışının yadsınacağı otoriter bir başkanlık sistemi söz konusu bile olamaz. Olmamalıdır.