Bir zamanlar “Sokak Çocukları” isimli bir film izlemiştim... Film, anımsadığım kadarı ile 1950’li yılların bir filmiydi. Yani bizim çocuk zamanlarımızda.

 Kimsesiz veya çaresizlikten sokaklara düşen, zavallı çocukların hayatını anlatıyordu o film.  Filmde mekan, insan hayatını törpüleyen güzel ama acımasız kent İstanbul’du.  İstanbul’da hayat, büyük insanların değil, küçük çocukların bile en korkunç bir kentidir, yaşam açısından.  Herhalde senarist koca İstanbul’da sokaklarda büyüyen ve pek çok tehlike ve belalara hedef olan zavallı çocukların hayatını filme alıp bir gerçeği gözler önüne sermek istemişti. Film müthiş etkileyici bir dramdı esasında.

                Zaman zaman Lefkoşa sokaklarında oynayan, yeşil alandan yoksun ve beklenmedik kazaların kurban olan o çocuklar, birden o filmi hatırlattı bana. Çocukların yeşilden veya park mekanlarından yoksun oluşu bizim ayıbımız mı, yoksa eksiğimiz mi?

                Bence ikisi de.  Çünkü sokaklara dökülen çocuklar, kendilerine daha renkli bir dünya kurmak ve renkli zaman geçirmek için büyük heyecan duyarlar.  Mahallenin çocukları bir araya geldiler mi, sokaktan geçen araçların tekerleri arasında sokak ortasında maç yapıp, eğlenirler.  Halbuki sokakların onlar için ne kadar tehlikelerle dolu olduğunun bilincinde değiller.

                Gerçekte çocukların parklardan yoksun olduklarını söylemek haksızlık olur.  O bağlamda çocuklar aileleri ile bir parka gittikleri zaman eğlenebilirler.

                Şu bizim Lefkoşa sokakları, antik yapısı ve tarihi dokusu ile bir hazine gibi orada duruyor.  Eski Lefkoşalılar artık oralarda kalmadı.  Demografik yapı içinde oralara başka göçmenler yerleşti.  Göçmenden ziyade, kendilerine yeni bir dünya kurmaya çalışan ve bu arada aş peşinde koşan insanlardır oralara yerleşenler.

                Tabii ki kültürel yapı da günlük hayata yansıyor.  Özellikle kültürel yapıları düşük olan insanların çocukları da çok olur.  Bu onların hayat felsefesi veya hayat anlayışıdır.  “Kültürel yapıları düşüklük” ifadem oralara yerleşen kardeşlerimizi küçük görmem anlamına da gelmemelidir.  Bu durum bilinen bir şey.  Lakin gelin görün ki, çok çocuklu aileler, daracık evlerde yaşarken, çok büyük sıkıntılar yaşarlar.  Hatta sırf ekonomik olması için birkaç yakın aile aynı evde kalırlar, aynı kazanda pişen yemeği yerler, aynı kaderi paylaşırlar, sırf para artırmak için.  O iki üç ailenin kaç çocuğu olabileceğini siz de tahmin edersiniz. 

                Öyle bir mekanda yaşamak yürek ve cesaret ister.  Lakin onların kültürel yapıları bu zorlukları göğüslemeye kafidir.  Bence bu “cehennem kazanında” yaşayan en talihsiz insanlar, o küçük çocuklardır.  O çocuklar istemezler mi bahçeli geniş evlerde yaşamak?  Lakin bu onların imkansızlarıdır.  O nedenle anneler o çocukları sokağa atıp, “Haydi dışarı, biz de evde işlerimizi yapalım” anlayışı ile hayatlarına devam ederler.

                İşte o zorluklardır ki sokaklara dökülen zavallı çocuklar, her türlü tehlikelere maruz kalıyorlar.  Bence o çocukların hiçbir suçu yoktur.  Onların suçu, sadece ve sadece çocuk olmaları ve çocukluklarını dolu dolu yaşama istemeleridir.  Bir de fakirliğin gözü kör olsun.

                Bundan epeyce zaman önce oyun oynarken bir aracın altında kalan çocuğun haberini okuyunca tüm bunlar geçmişti aklımdan.  Bilmem hatırlar mısınız?  Bundan bir yıl kadar önce veya daha fazla bir zaman önce, Yediler Bölgesi’nde sokakta oyun oynayan çocuk aniden bir aracın önüne atılınca birden aracın altında kaldı ve yaşamını yitirdi. 

                Trafik kurallarına göre dikkatsiz araç kullanmak suçtur.  Bu kazaya sebebiyet veren adam, aracını çok yavaş sürmesine karşın yine de bu kazanın müsebbibi olmuş ve suçlu duruman düşmüş.  Görgü tanıklarının ifadelerine göre araç çok yavaş seyrediyormuş.

                Tabii ki yaşı ilerlemiş insanların refleksleri de zayıflar.  Bir anlık boşluk, bir anlık dikkatsizlik veya elinde olmadan bir çocuğun aracın önüne atılması, böyle bir kazaya sebebiyet verebiliyor.

                O bağlamda sokakta oynayan çocukların hemen hemen her gün, her saat ve her dakika hayatları tehlikededir diyorum.

                Lefkoşa surlariçine en yakın çocuk parkı Çağlayan Parkıdır.  Tabii ki Melih Gökçek’in hibe ettiği ve şahane bir park haline dönüştürülmesine neden olduğu o park, eski park değildir.  Genellikle o parkı, surlar içindeki kardeşlerimiz ve çocukları kullanmaktadır.  O parktaki spor aletlerinin ne kadar hor kullanıldığı, ağaçların dallarının nasıl kırıldığı gerçeği de ortadadır.  Lakin onun adına “Çocuk” dedik de kabına sığamayan şu veletlere daha ne vermek gerekir tehlikelere maruz kalmamaları için, diye düşünüyorum.

                Ailelerinin sosyo ekonomik yapısı herhalde bilgisayar sistemine dayalı oyun aygıtlarına müsait değildir. Veya bazıları böyle bir olanağa sahip de olabilirler.  Çünkü çağ değişmiş ve çocuklar da gelişen teknolojinin olanaklarından yararlanmak isterler.

                İnsanlar doğarlar ama eşit olanaklara sahip olmazlar.  Akıl denen şey, o “Sokak çocuklarında” da vardır ama onların içine doğdukları hayat, onların acıları ve özlemleridir.

                Gördüğümüz kadarı ile şimdiki çocukların en basitinden birer cep telefonları vardır.  O bile o zavallı çocukların dünyalarını doldurmaya yetiyor.

                Esasında şehir merkezinde sokaklarda oynayan çocukların hayatlarının içine girsek, ne denli sorunlar ve ne denli psikolojik dertlerle karşılaşırız kim bilir.

                Buradan çocuklarını oyun için sokğa salıveren ailelere de, surlar içinde araç kullanan insanlara da mesaj vermek istiyorum.

                “Lütfen çocuklarınızı sokağa salmayın!  Lütfen araç kullanırken sokaklardaki çocuklara dikkat edin.”

                “Sokak Çocukları” dedik de, neler gelmiş neler geçmiş kafamızdan ve anılarımızdan...