Doğaya/çevreye karşı duyarsızlık, suyun önüne engeller koyma; çok daha doğrusu ekonomik ya da siyasal rant ve çıkar uğruna yapılanlar, sonuçta -ondan önemlisinin olmaması gerekli- insan yaşamına kadar vardı. Dört genç insanı yitirdik. Uğranılan zararın haddi hesabı yok neredeyse! Hem kayıp yalnızca yitirilen canlar değil, maddi zararlar hiç değil! Moral değerlerimiz çöktü, psikolojik olarak sıfırın altına indik.
Su, yağmur rahmettir. Sevinçle, mutlulukla karşılanır, bayram havası estirir ama biz, susuzluğun ancak birkaç yıl önce gelen Anadolu suyu ile giderildiği bu küçücük ülkede, yağmur yağacağında kaygı, kuşku sarmalına yakalanır olduk. 
Elbette ki doğal afetlere karşı incan çoğu kez çaresizdir. “5-6 Aralık Girne Felâketi” de bir doğal afetti. Ama bu doğal afetin katmerleşmiş etki ve sonuçlarını biz yarattık. 
Daha geçen hafta bu sayfada dile getirmiştim Girne’nin içine düşürüldüğü durumu! Şipşirin, zeytinlikler, yeşillikler arasındaki huzurlu Girne’yi, insanı çıldırtan, çileden çıkartan bir kent durumuna soktuk. Yoğunluk, trafik, karmaşa, kirliliğin her türü, beton yığınları, yüksek yüksek yapılar, engellenen su yolları, betonlaştırılan dere/su yatakları! Dağla deniz arasına sıkışmış, altyapısı güdük ve gelişmeye, geliştirilmeye namüsait coğrafi konumdaki kenti, hangi aklın, hangi mantığın, hangi vizyonun, hangi öngörünün, hangi planlamanın bu duruma düşürdüğünü anlamak zor! Aslında buna akılsızlık, mantıksızlık, vizyonsuzluk, öngörüsüzlük, plansızlık ve de “rant/çıkar” sevdası demek daha doğru ya! 
Sonuç ortada dört genç insanın yaşamı! 

“BUZLAR ÇÖZÜLMEDEN……
Bir felâket yaşadık ve ağzı olan konuşuyor. Kötü anlamda söylemiyorum bunu! Elbette ki herkes konuşsun. Konuşsun da ne olacak? 
Böylesi durumlarda duyarlılık artar, yapılması gerekenler sıralanıp durulur. Olay biter, üzerinden zaman geçer, felaket ateşi küllenir ve de her şey, yeni bir felakete karar unutulur.
Hani özel günler var ya! Kadına şiddet, çocuk istismarı, engelliler günü ve bunlar gibi! Başta politikacılar, çok kişi bulbul kesilir, algı yaratmaya çalışır ama o gün ya da hafta geçince her şey unutulup gider.
Son felaket, çok ağır geldi. Her zaman populist siyasetçilerin desteğine sahip olan çıkarcıların/çıkar gruplarının/rantçıların sesi sedası kesildi gibi! Ama bunlar, hızla örgütlenip baskı grubuna dönüşmeyi iyi becerirler. Felaketin etkisi geçer geçmez ortaya çıkıverirler.
Bundan dolayıdır ki, çok hızlı davranılıp kesin ve sonuç verici adımlar atılmazsa, çok geçmeden herşey unutulacak, ve bu gibiler seslerini yükseltecektir. Adım gibi eminim bundan!  Bu bakımdan, olay sıcakken hızla adımlar atılmalıdır bu konuda!

ÜLKESEL FİZİKİ PLAN, İMAR 
PLANI OLMADAN OLMAZ

Geçen hafta da yazmıştım.  “İmar planı” konusu, tartışmalara/eleştirilere konu olan “Gazimağusa-Yeniboğaziçi- İskele Emirnamesi” vesilesiyle güncel! Aslında çok ama çok geç kalınmış bir konudur. Tüm ülkeyi kapsayacak “ülkesel fiziki plan” ya da “imar planı” çoktan yapılmalıydı. Şimdi bu felâket de gösterdi ki, derhal ya da olabildiğince en kısa sürede yapılmalıdır. Yapılması için adımlar atılırken, atılan adımlardan geri dönüşe olanak bırakmayacak düzenlemelerle yapılmalıdır hem de! 
Ama bu yetmez. Bir yandan plan çalışmaları yapılırken iki konuda da hızla adım atılmalıdır:
İlk adım atılması gereken konu, inşaat izni konusudur. Bütün olup bitenlerden sonra inşaat izninin kamu yararı gözetilerek verildiğine inanmak mümkün değildir. Belediyelerle kaymakamlıkların, bugün yerden yere vurduğumuz yapılanmadaki sorumlulukları göz ardı edilemez. Demek ki bu makamlar görevlerini yapmamışlardır. Ben yasa öyledir mazeretini çok haklı bulmam. Yasada boşluk ya da eksiklik varsa düzeltirsin kardeşim. Sonuçta belediyelerle kaymakamlıklar izin makamı olmaktan çıkarılsınlar da demiyorum ama başka çapraz düzenekler de konmalıdır inşaat izni için! Birçok ülkede değil yeni inşaat için, küçük onarımlar hatta boyama için bile o mahalde oturanların onayı da alınır. Çünkü her değişiklik var olan doğal-yapısal- fiziksel-sosyal- kültürel doku ile uyumlu olmak durumundadır. Ki bana göre o yöne gitmemiz, yapılaşmada yırttaşların denetimini de getirmek  şart!
Bir diğer konu, kentleşmenin nasıl denetleneceğidir. Bizde kentleşmeyi, kamu değil mülk sahipleri ve çoğu kez müteahhitler belirler. Böyle şey olamaz. Çağdaş devletlerde bu konuda tek söz sahibi kamudur. Tabii ki katılım düzenekleriyle yuttaşların ve sivil toplumun katkısına da olanak verilir ama konu mülk sahipleriyle müteaahitlere bırakılmaz. Aslında bu konuda yapılması gereken, birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi, imara açılacak yerlerin kamulaştırılmasıdır ama en azından karar verici, yurttaş ve sivil toplum katılımıyla kamu olmalıdır.    

KONUNUN HUKUKSAL YÖNÜ
Konunun hukuksal yönü ile ilgili inciler döküleceği, kutsal mülkiyet hakkından, haktan, özgürlükten, anayasaya aykırılıktan söz edileceği kesin! Oysa yapılaşmadaki en katı kuralları liberal ekonomi/ rekabetçi Pazar ekonomisini en katı biçimde uygulayan ülkelerdendir. Bu ülkelerde mülkiyet hakkı sınırsız değil ve olamaz da! Çünkü yapılanmanın, kamunun alanına giren sosyal, sağlıksal, kültürel, çevresel çevre ile bire bir bağlantısı var. Şu kadar metre kare toprağın mülkiyeti sizdedir ama o toprağın üstündeki boşluk size ait değil! Üstelik yapılaşmanın, doğa, çevre, sağlık, güvenlik, trafik ve bunun gibi birçok kamusal yönü var. Bizde yapıldığı gibi, tarım hatta orman arazileri, rant uğruna çarçur edilmiyor.

“BİR MUSİBET, BİN 
NASİHATTAN EVLADIR.

Çağdaş devlet, bir anlamda ülkesel fiziki plana sahip olan devlettir. Dolayısıyla bu yönde atılan, atılacak her adım alkışa layıktır. 
Keşke felaket yaşanmasaydı ama yaşandı ve dört genç insan gitti. “Bir musibet bin nasihattan evladır demiş atalarımız.” Bu musibetten ders alınabilmelidir. 
Elbette ki söylediklerimiz çok da kolay değil ama istenç varsa engeller aşılır ve hedefe adım adım ilerlenir.