Zaman zaman kendime soruğum bir soru vardır.  “Bu ada ne hallere geldi” derim.

                Gerçeken Kıbrıs, gerek kuzeyde, gerekse güneyde işlenen suçlar ve cinayetler bize Dostoyevski’nin ünlü romanı “Suç ve Ceza”yı hatırlattı.

                Sanırım pek çoğumuz bu romanı okumuşuz.  Oldum olası Rus yazarların eserlerine bayılıyorum.  Bütün o romanlar, hep acı ve yaşanmışlıklar üzerine yazılmış eserlerdir.  O bakımdan Rus yazarların kendi yaşadıkları ortam ve açmazları, onları bu kadar derin ve etkileyici roman yazmaya sevketti.

                Borges, Dostoyevski’nin bu ünlü romanı için şu sözleri etmiştir:

                “Kahramanları bir katil ve bir orospudur.”

                Ve ilave ediyor Borges...

                “Roman, bana çevremizdeki savaştan daha yıkıcı ve daha etkileyici geldi.”

                Dostoyevski’nin bu romanının yarattığı etkiler, üzerinden bir asırdan fazla bir zaman geçse de, hala daha etkisini sürdürüyor ve insanları sürüklüyor.

                Borges’in teşhisleri doğrudur...

                Dünya kuruldu kurulalı insanlar hep savaşmış ve hep kendi güçleri ile çevrelerinde ve ülkelerinde egemen olmak istemişlerdir.

                Borges “Roman bana çevremizdeki savaştan daha yıkıcı ve daha etkileyici geldi” derken, içinde yaşadığımız dünyanın her tarafında var olan ve “çevremiz” diye tanımlanan ifade, hemen hemen bütün insanlığa bir çağrı yapıyor.

                “Ey insanoğlu, artık birbirinizi yemeyin ve artık savaşmayın” demek istiyor.

                Dünyadaki savaşlar bitti mi?

                Bitmedi.  Suçlar ve cezalar bitti mi?

                Onlar da bitmedi.

                Yargı makamları her zaman dönem özellikleri ve yaşanmışlıklar üzerinden hareketle, doğru kararı vermişler veya vemeye çalışmışlardır.  O bağlamda gerek Dostoyevski’nin dönemi, gerekse şu anda yaşadığımız dönem özellikleri, farklı gibi görünse de, gerçekte iki dönem arasındaki yabancılaşma noktasından birleşme noktasına kadar uzanan bir “suçlar ve cezalar” yoludur.

                Dostoyevski dönemi, Rusya’nın en ağır şartlarını, insan kıymetinin nasıl ayaklar altına alındığını ve kendilerince “adaletin” nasıl tecelli ettiği veya etmediği bir dönemdi.  Biraz da roman yazarlığı üzerine seri düşünceler oluşuyor ve insanlığa ışık tutuyor.

                Yine ünlü İspanyol yazar Gabriel Garcia Marquez’in şu sözleri, bize yazarlıkla insanlık örgüsünü anlatıyor.  Bakınız ünlü yazar ne demiş, dönem farklılıklarını yaşayarak dünya insanına...

                “Yazarın devrimci görevi, iyi yazmaktır.”

                Bakınız bu ifadelerde yine var olmak ve mücadele anlatılıyor.  O anlatıda, yazarlıkla yaratıcılığın derinliklerinde yatan yenilikçi ve devrimci düşünce vardır.

                Her zaman kullandığımız bir ifade vardır.

                “Yazarın yazdığı kendi derdidir.”

                Öyle değil mi?  Şayet zor şartlar altında ve kabul edilemez ezici iktidar egosunda yaşamış bir yazarsanız, elbette ki siz de o güçlü kaleminizle mükemmel ve kalıcı eserler bırakabilirsiniz arkanızda.

                Bakınız Ünlü Japon yazarı Haruki Marakami ne deler yaratmış son romanında, yazarlık ve sanat üzerine.  Gerçekte Markami son romanında, Komutanı öldürmekte, sevgi ve yalnızlık, savaş ve sanat gibi kavramlara yer vermektedir.

                Diğer romancılar gibi Japon yazar da, var olmanın erdemlerini yerleştiriyor romanına.

                Ölüm, sevgi, yalnızlık, savaş ve sanat gibi kavramlar, evrensel değerler bağlamında kabul görüyor.

                Herşey gelip Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanında düğümleniyor.  Bir yerde bütün roman yazarlarının yolları hep bu insani değerler ve var olma kavşağında kesişiyor.

                Yani “Suç ve Ceza!”