Kıbrıslı Türkler 1878 yılında adanın Osmanlı devleti tarafından İngiltere’ye kiralanmasıyla, ilk kez batılı bir ülkenin resmi egemenliğine değilse bile, resmi yönetimi altına girdiler. Rahmetli Diş doktoru Haşmet Gürkan Kıbrıs tarihinden Sayfalar adlı kitabında Şilinler Önde, İngilizler Arkada başlıklı yazısında, o günlerde Kıbrıs’ta yaşanan olayları, sosyal, mali ve ekonomik boyutları ile ve de yazara özgü  derin bir espri anlayışıyla anlatıyor.
Önceleri Kıbrıs İslam toplumu ya da cemaatı olarak İngiliz yönetimin çıkardığı kanun ve kurallara göre yaşamını sürdürmeye ve kentlisiyle köylüsüyle, yeni yönetime uyum sağlamaya çalışan Kıbrıslı Türklerin yaşamı, Anadolu Kurtuluş Savaşından sonra, 29 Ekim, 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla başka bir anlam ve yön kazanmaya başladı.
Yavaş yavaş ama, Anadolu toplumuna göre göreceli olarak  çok daha hızlı bir şekilde Atatürk devrim ve Inkılapları başta yeni Türkçe alfabe olmak üzere,  yeni giyim ve kuşam tarzları, laiklik ve yeni eğitim anlayışı Kıbrıslı Türklerin günlük yaşam ve davranışlarına,düşüncelerine gelecek tasavvrurlarına girmeye başladı.
Bu nedenlerledir ki, Kıbrıs İslam cemaatı 1930’lu yıllarda Kıbrıs Türk toplumuna doğru evrilmeye, dinsel temelli kimlik anlayışından, ulusal toplum anlayışına doğru hızla evrilmeye başladı. Bu yönelişin en önemli güdüleyicileri arasında Türkiye’deki yeni gelişmelerle ilgili yayılan haberlerin adaya ulaşması ve özellikle de o günün aydın öğretmenleri tarafından Kıbrıs Türk insanlarına aktarılması, yorumlanması böylece de Anadolu halkı ile Kıbrıslı Türkler arasında bir etkileşimin başlatılmasıydı. O günlerin gazeteleri ve gazetecileri de bu sürece önemli katkılar koymuşlardır.
Kıbrıs Türklerinde ulusal benlik ya da kimliğin oluşturulmasında bir başka önemli unsur ise, adanın Hristiyan Ortodoks cemaatı olarak bilinen Rumlarda 1931’lerden itibaren daha da ateşlenen, Yunanlılık kimliği olgusu ve bu yeni kimliğin itişi ile Kıbrısın tamamının Yunanistan’la birleştirilmesinin gittikçe hem Kıbrıs hem de Yunanistan’da daha popüler hale gelmesiydi.
1954’de Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi’nin, düzenlediği “Enosis plebisiti” olarak bilinen etkinlikte, oy kullanan Rumların yüzde 90’nından fazlası “evet” demişti. Ne kadar ilginçtir ki 2017 yılında bile söz konusu olayın adanın güneyindeki Rum okullarında kutlanması ile ilgili Rum Meclisinde oylama yapıldı ve ELAM diye bilinen aşırı milliyetçi partinin bu önerisi kabul gördü.
Tabii bundan da ilginç olan, Haziran 1967 tarihinde Rum siyasal partilerinin oy birliği ile alınmış bir “Enosis kararı”nın hala daha Rum Meclisi’nin tozlu raflarında tutulmasıdır. Yunanistanla hem toplum hem de coğrafya olarak birleşmeyi hedef alan bir ulusal kimlik oluşumu karşısında, Kıbrıslı Türklerin “ötekiler” olarak kendi ulusal kimliğini ve ulusal hedefini belirlemekten başka bir çaresi de kalmamıştı.
Son günlerde tek toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tek yanlı hidrokarbon ruhsatlandırmaları çerçevesinde MEB diye parsellenen denizlerdeki faaliyetlerin odak noktasında tarihsel Enosis olmamakla beraber, bunun Kıbrıslı Türklerin hiçbir şekilde fikri ve onayı alınmaya gerek duyulmadan yapılmaya devam edilebilmesi, adada taraflar arasında yürütülmekte olan Kıbrıs görüşmelerine doğrudan etkisini her geçen gün artırıyor.
Kıbrıs Rum tarafı ve Yunanistan’nın planlı, programlı ve hesaplı bir şekilde hidrokarbon olaylarına uluslararası boyutlar da kazandırarak, özellikle bazı komşu ülkelerle giriştikleri işbirliklerinin çıkardığı sesler gittikçe daha da yükseliyor.
Tüm bu hidrakarbon vaveylalarının ortasında açıklanan Kıbrıs Rum resmi görüşleri, Kıbrıs Hellenizmine vurgular yaparak, birlik beraberliğe çağrılmakta, “daha fazla hataya izin verilmeyeceği” bir “hakikatler anına” seferberlik çağrıları yapılmaktadır.
Ve ne gariptir ki, bilerek ve isteyerek hidrokarbonlar olayı kullanılarak, Kıbrıs sorununun özünün, yani tarafların siyasal eşitliğinin sabote edilip, görüşmeler masasında garanti ve güvenlik meselesi bir yana, Kıbrıs Türklerinin siyasal eşitliği ve eşit kurucu unsur olma hakları da ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Kıbrıslı Türkler 1878 yılı ve sonrasındaki 1924, Lozan Antlaşmasından sonra, 1959-60 Kıbrıs antlaşmalarıyla siyasal bir toplum, siyasi eşit bir toplum olarak tarih önü çıkmışlardır. 1963 yılından sonra geçen 55 yıl içerisinde, adada ve bölgemizde gelişen siyasal, ekonomik ve stratejik olaylar ve gelişmelerin farkındalığı içerisinde, Kıbrıslı Türk direnişinin varlığı ve geçerliliği, Kıbrıs Türk ve Türkiye yetkililerince her yeri geldiğinde vurgulanmaktadır.
Umulur ki, Başta garantör İngiltere be BM ve de AB olmak üzere, Egemen üs bölgeleri dışında, iki toplumlu bir Kıbrıs Cumhuriyeti’ne devredilmiş olan bir egemenliğin bugünkü koşullardaki anlayış ve uygulamasında, Kıbrıslı Türklerin meşru, yasal ve demokratik varlıklarının artık çok daha ciddi hesaba katılmak zorunda olduğunu görürler, anlarlar ve adadaşlarımıza da bunu anlatırlar.
Bunları neden yazdım, belki de tekrarladım? Öyle hissettim ve yazdım. Adadaşlara, Kıbrıslı Türklere de Rumlara da kolay gele uzlaşmak ve barışmak! Diyalog ve diplomasi, akıllı müzakereler yoluyla.