Bazen geldiğimiz bu uzun yolun nasıl bir yol olduğunu, nasıl biçimlendiğini ve neden şekillendiğini kendime sorar ve şunu derim, Türkiye’ye yönelik bütün eleştirilere bir yanıt teşkil edecek şekilde.

            “TÜRKİYE, BÜYÜK TÜRKİYE’DİR”

            Ben şahsen Anavatanımla öğünerek anlamlı ve güzel sözler ediyorsam, kimse bana “Sen el etek öpüyorsun, dudakların aşınacak” demesin.

            Gerçek, gerçektir. Bunu bütün dünya da biliyor, hepimiz de biliyoruz...

            Hani Kıbrıs Türkü’nün ilk uyanışları ve ilk heyecanları dediğimiz duygular var ya...  Hani uyuyan bir Türkiye’nin uyanışını sağlamak için Türk liderliğinin heyetler halinde sürekli Türkiye’ye gelip-gitmeleri, Ovgoroz’lu Nevzat Karagil’in sırf Türkiye siyasilerini bilgilendirmek için yayınladığı “Yeşilada” isimli dergiyi parasız pulsuz trene binip, karlı günlerde kent kent dolaşarak satması ve “Kıbrıs Türkü’nün davasını anlatma politikası içinde bir emek vermesi” var ya...

            EOKA’nın harekete geçtiği tarih olan 1 Nisan 1955 itibariyle Türkiye’nin uyanışı da daha bir derinlikli başlamış olur.

            İstanbul Beyazıt Meydanı’nda yapılan ilk Kıbrıs Mitingi ve sonrasındaki bütün iller mitingleri, çok büyük bir uyanışın ve heyecan kasırgasının ta kendisiydi.

            Bizim çocukluğumuzun bittiği ve gençliğimizin başladığı 1950’li yıllarda, hep gözlerimiz Türkiye’ye giden ve dönen heyette olurdu, Atatürk Meydanı’nındaki mahşeri kalabalıkta.  Kulaklarımız da onlardaydı...

            Dr. Küçük’ün başında olan heyet Anavatan büyükleri ile neler konuşmuştu?  Bizim geleceğimiz için ne umutlar vermişlerdi?

            Dr. Küçük ve Rauf Denktaş’la geçirdiğim dönemleri anısal ve tarihsel olarak kitaplaştırma heyecanım her zaman olmuştur.  Bizim geçliğin bir fırtına gibi meydanlarda esmesi, EOKA ve ENOSİS’e karşı anlamlı pankartlar açması, “TAKSİM ve Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır” sloganlarının atılması, bu geldiğimiz uzun ve zor yolun basamaklarında kalan izlerdir.

            Bilmem hatırlar mısınız...

            Gerek Dr. Küçük’ün, gerekse Denktaş’ın dilinden düşürmediği şu ifadeler hala kulaklarımda yankılanmaktadır:

            “Anavatan Türkiye’ye şükranlarımızı sunuyoruz...  Anavatan olmasaydı bizler var olamazdık.  Allah Türkiye’den ve Türk siyasilerinden razı olsun...”

            Bu sözleri zaman zaman hala yazılarımda kullanıyorum.  Ve kullanırken de kendime şunu soruyorum!

            “El etek öpmekle Dr. Küçük’le Denktaş’ın dudakları aşındı mı?”

            Anavatan’a şükran duygularımı ifade etmekle benim dudaklarım aşınmadı. Ne de bizlere yeni bir hayat ve özgürlük veren liderlerimizin dudakları aşındı.  Bu sözler fanatizmin veya statükoculuğun belgesi değildir.

            Bir de şunu söyler ve yazarım yazılarımda, “BÜYÜK TÜRKİYE” derken...

            “Türk’ün tarifi olmaz!”

            Gerçek değil mi?  Türkiye’deki, Kıbrıs’taki, Azerbaycan’daki, Kırgızistan, Türkmenistan, Yunanistan ve daha nice ülkedeki Türkler, tümden Türk değiller mi?  Yani lehçe farklılıklarımız olsa da özümüz Türktür ve Türklüğümüzle gurur duyarız.

            Şu anda Azerbaycan-Ermeni çatışmaları devam ederken, Azeriler’in en büyük gücü Türk insanından ve Türkiye’den aldıklarını ifade edebilirim.

            Bunları ifade etmek fanatizm değil.  Ne de statükocu olmaktır.  Önemli olan Anavatan’la bir bütünmüş gibi hareket etmek ve özellikle Kıbrıs politikasında bütünlüklü politikalar üretmek çok önemlidir.  Bizlerin Anavatan’la ters düşme lüksümüz olabilir mi, diye kendime soruyorum.

            Anavatan bizlere neler vermedi ve bizler için neler yapmadı ki...

            Kıbrıs Türkü’nün garantörlüğünü sağlayan rahmetlik Adnan Menderes’in uçağı Londra anlaşması için uçak kazası geçirmesi, milli bir hedefin içindeki talihsiz kaza değil mi?

            Veya TMT silahlarının adaya gizli yollardan sokulmasını ve Mücahitlerimizin Rum’a karşı silahlandırılmasını, o büyük Türkiye ve büyük Türk insanının “Düşman saldırısına karşı hazırlıklı olmanız için size bu silahları gönderdik” sözleri değil mi bizi buralara getiren ve var olmamızı sağlayan?

            Bu sorunun yanıtını vermeden Rumların AKRİTAS Planı’na vurgu yapmak lazım.  Rumların Akritas Planı, Girit misali bütün ada Türklerini bir gecede katletmek ve adayı Yunanistan’a ilhak emeyi öngörüyordu.  Rumların bu oyununu Türkiye bozdu.  Nasıl bozdu?  Anlaşmalardan doğan hakkı ile bozdu.

            Şayet Denktaş’ın “Kıbrıs Girit Olmasın” adlı kitabını okursanız, burada Türkiye gerçeğini ve bizim mücadele gerçeğimizi anlamış olacaksınız.

            Türkiye’nin etkin ve fiili garangörlüğü olmasaydı bizim halimiz ne olacaktı 15 Temmuz 1974 Makarios darbesi sonrasında?

            İşte Girit gözlerimizin önünde...

            Batı Trakya’da yaşayan kardeşlerimizin akibeti de belli...

            Siz bilir misiniz ki, Yunanistan’ın belli kasaba ve köylerinde yaşayan Türklere hala giriş çıkışlarda paso uygulanıyor?  O Yunanistan ki Avrupa Birliği üyesidir.  O Yunanistan ki, bir zamanlar Anadolu’yu parsellemeye kalktı ve Türk ordusu onları İzmir’de denize döktü.  Ve şimdi de Kıbrıs gavurları ve bazı Türkiye düşmanı ülkelerle bir anlaşma yaparak Akdeniz’de kanto atıyorlar.

            Bu oyunu kim bozdu?  Onu da Türkiye bozdu.  Hangimizin, hangi siyasi partinin, hangi siyasetçinin buna gücü yeter, Akdeniz’e gemi indirsin, o geminin üstüne de Türk bayrağını diksin ve “İşte biz Türkiye, Rumların ve Yunanlılarla İsraillilerin, Fransız, İtalyan ve dahalarının, etkin ve fiili garantörlüğümüzle, Türkiye ve Kıbrıs Türkü’nün çıkarları için buradayız” desin.

            İşte burada rahmetlik Atatürk’ün şu sözleri gelir aklıma...

            “Türk’ün dostu, sadece ve sadece Türktür.”

            Annan Planı ile başlayan sözde barış hareketi ve Rumlarla “Birleşik Kıbrıs” hayalleri kurma da Rumların ne mal olduklarını onlara öğretemedi.  Gelinen bu uzun yolda her zaman vurguladığım gerçek, Rumların Türklere yaşam hakkı vermemesidir.

            Türkiye’nin varlığını inkar etmek de bir yerde vefasızlık değil mi?

            Ben de neler yazıyorum yahu bugün...

            İşte gerçekler ortada...  Türkiye bize maddi-manevi destek vermese bizim ağzımız kokacak açlıktan.  Şayet Türkiye’nin maddi-manevi desteğini içinize sindirmezseniz, “Gidin gavur size yeni bir hayat versin, barış havarileri” diyesim gelir.  O zaman görün bakalım kursağınızdan geçecek lokmanın tadı nasıl olacakmış.

            Yani Büyük Türkiye, sevgili okurlarım...  Türkiye bize neler vermedi ki...