Bu yıl, 17 – 26 Ağustos 2018 tarihlerinde gerçekleşen Yeniboğaziçi Pulya Festivali’nin adı, epeyce tartışma yaşandı. Özellikle yenmeyen pulya için festival yapılmasını eleştirenler oldu. Oysa Sayın Akıncı’nın açılış konuşmasında da değindiği gibi pulya adının kullanılmaya devam edilmesini doğa/çevre duyarlılığı açısından değerlendirmek gerekir.

PULYACILIĞIN BİLE KURALLARI VARDI

Aslında anlatmak istediğim bu değil!

Pulya avcılığı, köyüm Boğaziçi /Aytotro’da, özgün bir sürgün avı biçiminde yapılırdı ve özgün kuralları, kavramları, sözcükleri ve deyimleri vardı. Kuralları yüzyıllar içinde oluşmuştu.

Pulyacılıkta vadiler önemli idi. Her grubun vadisi, yeri, alanı, deyim yerindeyse coğrafyası belliydi, sınırları belirgindi.

Grupların üyeleri değişmezdi. Grup üyeleri eşit hakka sahipti. Her grubun bir lideri vardı.

Grup liderinin söylediklerine herkesin uyma zorunluluğu vardı. Disiplinsizlik yapanlar cezalandırılırdı. Ceza, kişinin o gün ya da belirli bir süre, pulya hakkının bir kısmını ya da tümünü yitirmesi, bir süre grup dışında kalması ya da gruptan tümüyle dışlanması olabilirdi.

Grubun belirlenmiş alanına başkasının girip pulya avlaması kabul görmeyen kural dışı bir davranıştı. Buna karşın, gruba arada bir katılanlara, bu bağlamda harçlık çıkarmak isteyen öğrencilere grup lideri genelde göz yumardı; ancak bu gibilerin hakkı, eşit pay yerine yarım pay ya da liderin uygun göreceği bir oran olabilirdi.

Bir gruba girmek için sınanmak ve grubun onayını almak gerekirdi. Kuru taştan yapılan alçak bir kemerin altından onu yıkmadan geçmek, yapılan sınavlardan biriydi. İstenmeyen biri için dokunulduğunda yıkılacak kemer yapılır, hatta geçiş sırasında kaşla göz arasında kemerin yıkılması sonucunu doğuracak bir harekette bulunulurdu. Bu kemer geçme olayından dolayı, bir engelden geçmek, “kemerden geçmek” deyimi ile ifade edilirdi.

İNSANLIK TARİHİ ORMAN YASASI İLE BAŞLAR

İnsanlık tarihi orman yasasıyla başlar. Güçlü, güçsüzü yok eder ya da etkisizleştirir, düzen öylece sürüp giderdi. insanlar sosyalleştikçe, yukarıda pulya avcılığıyla ilgili olarak anlattığıma benzer bazı normlara, kurallara gereksinim duyuldu ve ilk kurallar oluştu. Uzun süren insanlık tarihinde hukuk denen kavram, öyle ortaya çıktı. Norm ve kurallar giderek tüzüklere, yasalara dönüştü. Anayasal düzenlere (anayasalı devlet yönetimlerine), hukukun üstünlüğüne, hukuk devletine, çoğulcu demokrasiye, temel hak ve özgürlüklere, bireysel olarak eşitliğe, bu uzun ve zor süreç sonunda ulaşıldı.

Gerçi bütün toplumlar/devletler için bunu söylemek çok da doğru ve gerçek değil! Hâlâ daha anayasal düzene, hukukun üstünlüğüne, hukuk devletine az ya da çok uzak toplumlar / devletler, faşizm ve diktatörlükler var.

Görünüşte öyle olan ama özde bundan uzakta olanlar da cabası!   

Orman Yasası, uluslararası toplum için de söz konusuydu elbet! Hatta daha katmerli olarak! Gücü olan güçsüzü, tek başına kendi iradesi doğrultusunda hep sömürdü, soyup soğana çevirdi, etkisizleştirdi,  yok etti, tarihten sildi. Buna karşın toplumların kendi içlerindeki norm ve kurallara geçiş sürecini uluslararası toplum da yaşadı ve “uluslararası hukuk” denen kavram öyle çıktı. Ancak uluslararası hukuk denen şey, hiçbir biçimde toplumların kendi içlerindeki ivmeyi kazanmadı. İnsanlık, bireysel ve toplumsal ilişkilerde dev adımlar attı ama uluslararası ilişkilerde, masallardaki “arpa boyu” kadar bile yol alınamadı. Pulyacılıkta uygulanan ve yazılı kurallar olmadan yüzyıllarca uygulanan düzene benzer bir düzen kurulamadı. “Orman Yasası” geçerliliğini korudu. Anayasal düzen hiç olmadı.

Evet, hukukun üstünlüğü kırık dökük konularda geçerli “gibi” oldu; uluslararası toplum bağlamında bazı kurallar/normlar yaratıldı ama bunlar “çıkar ve güç”le biçimlenip ete kemiğe bürünebiliyor ve doğal olarak güç, her zaman çıkarın önünde gidiyor. Başka bir deyişle, hangi devletin çıkarının öne çıktığı konusu, gücüyle doğru orantılı olarak işlevselleşir.

Eşitlik uluslararası ilişkilerde yalnızca protokol bağlamında, o da görünüşte olup eşitlik değil, eşitsizlik vardır.  Üstüne üstlük eşitsizliğe “meşruiyet” de kazandırıldı. BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi olması ve bunların veto hakkı, eşitsizliğin ete kemiğe bürünmüş biçimidir. Bu ülkeler ne yaparlarsa yapsınlar, hep yanlarına kalır. Üstüne üstlük beş BMGK daimi üyesinin bir tür koruma altına aldıkları ülkelerin de ayrıcalık ve dokunulmazlıkları vardır. İsrail’in mesela ya da Ermenistan’ın! Hatta Kıbrıs Rum Yönetimi’nin!

Beni izleyenler, bu durumu “uluslararası dayılık” olarak nitelendirdiğimi bilirler.

Ne yazık ki dünya düzeni, giderek Orman Yasası’nın geçerliği anlamında daha da ormanlaşıyor.  Soğuk Savaş’ın yarattığı denge, caydırıcılık unsuru taşıdığından, Orman Yasası uygulamaları için çok düşünmek gerekirdi. Şimdi öyle değil! Örnek olarak artık, ABD Başkanı Trump’ın sabah kalktığındaki ruh hali belirleyici olabiliyor.

Filistin’de, Suriye’de, Yemen’de ve benzerlerinde olup biten budur. Şaşırtıcı olan, küçük ve cılız istisnalar dışında, siyasal liderler,  devletler, (hatta BM Genel Sekreteri bile) BM Güvenlik Konseyi’ne rağmen dayılık/kabadayılık gösterisine çıkan “dünya delilerinin” uluslararası hukuku çiğnediğini söylemez. Tersine yapılan dayılığa alkış yarışı var. Hem de çoğu kez yapılan idealize edilir. Elbette ki gerçekten kimyasal silah kullanan bir bedel ödemeli ama sokak kabadayılığı tarzında değil!

KIBRIS TÜRKLERİ ORMAN YASASINDAN BOL

BOL NASİBİNİ ALDI

Kıbrıs Türk Halkı da, bu orman yasalı dünya düzeninden bol bol nasibini aldı. Ortağı, dünyanın gözü önünde defalarca varlığına kastetti.  Hem de haklılığını gösteren, BM’de tescilli kapı kadar uluslararası hukuk normları, bu bağlamda Zürih – Londra anlaşmaları, ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, Garanti ve İttifak anlaşmaları yürürlükte iken!

Burada da sıkça yazdım: Eğer bu adada toplumsal/siyasal bir varlık olarak Kıbrıs Türkleri varsa, bunun sadece iki nedeni/etkeni vardır: (1) Kıbrıs Türk Halkı’nın 1963 – 1974 arasında direnebilmesi ve (2) Türkiye Cumhuriyeti’nin, anlaşmalardan doğan garantörlük ve garantörlüğün verdiği müdahale hakkını kullanabilmesi!

Kbrıs Türkleri’nin direnişi, varlığını sürdürmesi için yeterli değildi. Türk müdahalesi olmasaydı bugün bu adada toplumsal/siyasal bir varlık olarak Kıbrıs Türk Halkı olmayacaktı.

Filistinliler, müdahale hakkı olan bir garantörleri olmadığı için ikide bir nasıl ki saldırıya uğruyorlarsa, Kıbrıs Türkleri de 1974 öncesinde ikide bir benzer saldırıya uğruyorlardı. Aradaki fark Türkiye’nin garantörlüğü ve müdahale hakkı dolayısıyla saldırıların karşılıksız kalmaması ve sonuçta 1974’le saldırganlara son darbenin vurulmasıdır.  

Durum ve gerçek bu iken ve dünyada orman yasası geçerli iken Türkiye’nin garantörlüğü ile müdahale hakkını tartışmanın mantığını anlamak mümkün değil! Crant Montana’da, bu konuda sergilenen abartılı esnekliği anlamak hiç mümkün değil!

Kıbrıs’ın bulunduğu coğrafyada, birçok devletin askeri varlığı bir gerçekken, hatta doğrudan ada üzerinde, İngiliz üsleri yanında başka devletlerin askeri varlığı söz konusu iken, hangi jeopolitik ve jeostratejik akıl, yalnız Türkiye bağlamında Kıbrıs için sıfır asker sıfır garanti gibi bir saçmalığı kabul eder?    

İngiltere imiş, AB imiş, ABD imiş, BM imiş geç kardeşim. Biz o filmleri hep gördük. Yaşayarak gördük.

Ha, güvenliğimiz hep askeri güçle, garantörlük ve müdahale hakkı ile mi sağlansın? Elbette hayır ama bunu, bırakın gelecek kuşaklar, bunu gerek duydukları zaman yapsınlar.

Sözün kısası şu: Ne pahasına olursa olsun, garantörlüğü ve bundan kaynaklanan müdahale hakkının kalkmasını ya da sulandırılmasını kabul edenler, ya da buna göz yumanlar, büyük ama çok büyük vebal altına girerler. İster Kıbrıs Türk yetkilileri olsun, ister Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri fark etmez.

Dünya düzeninde yaşananlar, her geçen gün Türk garantisine/müdahale hakkına daha da önem katıyor. Kefenin bir yanına yalnız Türk garantisini, kefenin diğer yanına diğer bütün konuları koyun; garanti ve müdahale hakkının olduğu kefe ağır basar. Gerisi laf kalabalığıdır, laf-ı güzaftır.

Bundan dolayıdır ki BM Genel Sekreteri’nin, çizmeyi aşarak, “müdahale hakkının sürdürülemez” olduğunu vurguladığı Gutterres Çerçevesi’ne sarılmanın mantığını da anlamak mümkün değil!

Galiba en anlamlı sözü Çavuşoğlu söyledi: Sıfır asker sıfır garanti istemi sıfır sonuç doğurur. Grant Montana’da olduğu gibi!