Yakın tarihimizi umursamaz bir halk olduğumuzu düşünenlerdenim. Özellikle de İngiliz Sömürge Yönetimi dönemi ile ilgili olarak! Varoluş savaşımımız ve direnişimizle ilgili oldukça yoğun yayımlar var, edebiyatımızda da bayağı yer almış, epeyce yansımış edebiyata! Sömürge yönetimi için bunu söylemek olanaksız. Çok az araştırma ve çok az yayın var bu konuda! Edebiyata yansıması da az!

Vakıflar konusuna bakalım. Maraş’taki vakıflar dolayısıyla konu çok güncel ve herkes bir şey söylüyor ama olayın tarihsel yanı es geçiliyor. Oysa Kıbrıs'taki vakıflar o kadar önemlidir ki 1878’de Kıbrıs İngilizler’e geçerken bu konuda özel bir uygulama öngörülmüştü. Buna göre vakıflar, Osmanlı Evkaf Nezareti (Bakanlığı) tarafından,  Kıbrıs Türkleri arasından seçilen bir temsilci ile İngiliz yetkililerince atanan bir delege tarafından yönetilecekti.

1878’den 1915’e kadar da öyle oldu. İngiliz sömürgeciler, 1915’te Ada’yı tek yanlı olarak ilhak ederken, Osmanlı’nın Kıbrıs Türkleri arasından seçtiği temsilciyi reddederek, kendilerinin seçtiği, yani adamları olan Kıbrıslı bir Türk’le bir İngiliz'den oluşan atanmış iki evkaf delegesi sistemini oluşturdular.  Lozan Anlaşması’ndan sonra ise vakıfları, tamamıyla kendilerine bağlayarak sömürge yönetimine bağlı sıradan bir daireye dönüştürdüler.

1925 yılında Vakıflar’ın başına getirilen Sir Münir, vakıf kurumunun güçlü ekonomik kaynaklarını kullanarak oluşturduğu patronaj, başka bir deyişle “patron - adamı” ilişkilerine dayalı olarak uzun yıllar İngilizler’in sömürgeci amaçlarına hizmet etti. Kıbrıs’taki vakıf mülkiyet ağırlığının, Osmanlı toprakları içinde en fazla olduğu ülkelerden biri olması, sömürgecileri ve maşaları Sir Münir’in işini kolaylaştırdı. Salih Egemen, doktora tezi de olan Kıbrıslı Türkler Arasında Siyasal Liderlik adlı eserinde, İngiliz yönetimi adına Sir Münir’in Kıbrıslı Türkler arasında kurduğu bağımlılık ilişkilerinin, Latin Amerika bağımlılık modelini andırdığını söyler. Bu bağımlılık sistemini, “başta koloni yönetimi çıkarlarını temsil eden Vali, onun ‘adamı’ ve ona bağımlı Evkaf Müdürü Sir Münir, Sir Münir’e bağlı mütevelli, gallehar ya da muhtarlardan oluşan ‘aracılar,’ aracıların kontrol ettiği yanaşma, çiftçi, esnaftan oluşan ‘sıradan’ adamlar” biçiminde özetler. (Salih EGEMEN, Kıbrıslı Türkler Arasında Siyasal Liderlik, Lefkoşa 2006, s. 115.)

İngiliz sömürgeciler, has adamları Sir Münir’i vakıfların başında tutmakla kalmadılar, onu Kıbrıs Türkleri’nin seçilmiş siyasal lideri de yapmak için, 13 Ekim 1930’da yapılan Kavanin (Yasama) Meclisi seçimlerinde aday gösterdiler. 1926 ve 1930’da iki kez Lefkoşa Belediye Meclisi üyeliği seçimini kazanan Necati Özkan, onun karşısına çıktı. Salih Egemen, yukarıda değindiğim eserinde o seçimi, Kemalistlerle İngilizcilerin ilk kez halk nezdindeki açık bir savaşımı olarak niteler. Sonuçta seçime “Halkçılar” grubu olarak katılan Kemalistler başarılı olur ve İngiliz yönetimine bağlılığa dayalı evkaf patronaj sistemi ile dayatılan “atanmış” lider durumundaki Evkaf Müdürü Sir Münir, Kemalistler’in adayı Necati Özkan karşısında seçimi kaybeder.

Necati Özkan, sömürgecileri kızdıran başka işler de yapar. İngiliz yönetiminin Kavanin Meclisi’nde kurduğu eşit oy dengesine dayalı sistemi (İngiliz + Türk üyeler = Rum üyeler), 28 Nisan 1931’deki bir oylamada Rum üyelerle birlikte oy kullanarak bozar. 1 Mayıs 1931’de adanın her yanından gelen 200 delegenin katılımı ile Lefkoşa’da Suriçi’nde, günümüzde Naci Talat Vakfı’nın kullanımında olan konakta Milli Kongre toplanmasına öncülük eder.

Milli Kongre’de alınan altı kararın biri eğitim, diğeri Merkez Komite oluşturma olan ikisi dışındaki dördü, vakıflarla ilişkilidir. Bu durum, İngiliz Sömürge Yönetimi’ne karşı Kıbrıs Türkleri’nin verdiği siyasal mücadelede vakıflar konusunun ne kadar ağırlıklı olduğunun açık kanıtıdır.

Kısa bir süre sonra, Rumlar’ın Enosis için giriştikleri 1931 Ayaklanması da yaşanır. Bu ayaklanma, İngilizler’e, bozulan yönetim dengelerini yeniden kendi yararlarına kurma; Kemalist hareketi daha örgütlendiği ilk günlerde dağıtma şansı verir. Göreceli demokratik kurallar içeren 1882’de kurulan sistemi rafa kaldırılır; Kavanin Meclisi’ni dağıtılır. Necati Özkan’ın milletvekilliği de iptal edilmiş olur.

Bu önlemlerle, Sir Münir, Kıbrıslı Türkler’in onayını almayarak seçimi kaybetmesine karşın, dayatma ile atanmış tek siyasal lider haline getirilir ve vakıfları sömürgecilerin istediği doğrultuda babasının çiftliği gibi yönetmeye devam eder. Günümüzde bolca tartışılmakta olan Maraş’taki vakıfların canına okunması da bu dönemde gerçekleşir. (Önemli bir not: İngilizler, çok ender bir uygulama olarak, 1931 Rum Ayaklanması ile ilgili arşiv belgelerine yüz yıl karartma uygulamaktadırlar. Bu karartmanın, Rum Ayaklanması’nın ardında büyük olasılıkla İngiliz sömürgecilerinin bir oyununun olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.)

Baskıcı önlemlere karşın, Kıbrıs Türkleri’nin vakıflarla ilgili savaşımı hız kesmeden süregitti ve bu uzun siyasal mücadele sonunda sömürgeciler pes ederek vakıfları seçilmişlere devretmeyi kabul ettiler. Bunda, 1 Nisan 1955’te başlayan EOKA terörü karşısında, Türk halkını yanında tutma çekmek istemesinin de etkili olduğu açıktır. 29 Ocak 1956 Pazar günü yapılan seçimle Dr. Fazıl Küçük başkanlığında “Evkaf Yüksek Meclisi” oluşarak 15 Nisan 1956 günü vakıflar, seçilenlerin yönetimine geçti.

SONUÇ OLARAK

Bu tarihsel süreci niye anlattığım sorulabilir.

Aslında nedeni çok açık! Maraş’taki vakıflar konusunda süregitmekte olan tartışma rahatsız edici ve ironik! Kara mizah gibi bir şey! Çünkü o vakıfların, anlatmaya çalıştığımız süreçte, sömürge icraatı olarak, vakıf kurallarına aykırı yani hukuk dışı yöntemlerle iç edildiği kesin!

Her yönetimin ve bu arada İngiliz Sömürge Yönetimi’nin, kendi sömürge hukukunu yarattığı doğrudur. Buna karşı aynı sömürgeciler, sömürge hukukunu yaratırken vakıf kurallarına (ahkâmül vakıf) dokunmadılar. O kuralları geçerli saydılar ve Maraş’takiler dahil, vakıflar iç edilirken yürürlükteki kuralları pervasızca çiğnediler. Durum böyle iken, bunu görmezlikten gelip İngiliz sömürgeciler yaptı ve oldubitti diyenleri anlamak zor. Sömürgecilerle maşalarının yaptıklarını onaylamak, hatta buna göz yummak anlamı taşır bu!

Elbette ki, vakıfların, bizim yönetimimize geçtikten sonra iyi yönetildiğini söylemek mümkün değil!

Vakıf toprağı olduğu halde Maraş’ın niye zamanında açılmadığını, en azından bu durumun niye resmî tutum olarak dünya kamuoyu ile paylaşılmadığını, ya da bunca yıl konuya niye çözüm aranmadığını, hele de vakıf malı olan o bölgenin niye olası bir çözümde Rumlar’a verilmek için öylece tutulduğunu anlamak hiç mümkün değil!

KKTC yargısının verdiği karardan sonra bir şey yapılmamasını anlamak da mümkün değil!

            1960 Kıbrıs Cumhuriyeti kuruluş sürecinde, zamanın Türk liderliğinin, vakıflarda gerçekleştirilen yıkıma karşılık para aldığı ve konunun öylece kapandığı da, çok konuşulan bir konu/sav’dır. Bu sürecin belgesi olan, İngiliz resmî yayını şu anda masamın üzerindedir. Konu ile ilgili bölüm uzuncadır, buraya aktaramam. Ama tam bir şehir efsanesi söz konusu olduğunu rahatça söyleyebilirim.

            Son olarak şunu söyleyebilirim: Bu malların sömürge icraatı olarak, vakıf kurallarına aykırı yani hukuk dışı yöntemlerle iç edildiği kesin! Ancak, beğenelim beğenmeyelim, benimseyelim benimsemeyelim, bu konuda süregiden bir hukuk süreci de söz konusudur. KKTC yargısının verdiği karar var. Bir Rum yargıcının vakıflar lehine verdiği bir karardan söz ediliyor. Konu, 4 Kasım 2019’da AIHM’de ele alınacak.

AIHM sürecinin bir uluslararası hukuk süreci değil, AB iç hukuku süreci olduğunu belirtmeliyim.  En tepeden en alta kadar, olmadık konular bile uluslararası hukuka bağlanır ya da öyle sanılır ya, ondan değindim bu konuya! 

            Ayrıca yargı, önüne konan olgulara ve vijdana göre hareket eder ama vijdanın oluşmasında algıların etkin olduğu, bizim bu konuda Rum – Yunan ikilisi gibi becerikli olmadığımız da kesin.

Sonucu göreceğiz.