“Yangın zamanı” deyince akla her türlü çılgınlık gelir.  “Yangın” kelimeciğinin derinliğinde neler yok ki...

            Acıların ve vicdanın yangını var. Pişmanlık durguları içinde insanın başından geçen kötü olaylardaki etkileşimler, insanların içinde bir yangın gibi yanar durur.

            Tabii ki bir da aşkın yangını var. 

            Efanevi Aşk Tanrısı EROS okunu atmaya görsün bir kızla bir erkeğin kalbine.  İki genç insanı kalbinden vuran EORS değil mi insanları birbirine  aşık eden, mitolojik yaşamda?

            Bir de kinlerin ve öfkelerin yangını vardır.

            İnsan ilişkilerinin bozulduğu, kinlerin ve öfkelerin katmerlendiği bir zamanda sırf intikam alma adına yapılan pek çok kabul edilmez eylemler vardır.  O eymelerden biri cinayet, diğeri de kundaklamadır.  Tabii ki bir de kadına şiddet olayları var hayatımızda.

            Bazen kundaklama olayları olduğunu biliyoruz.   Ülkemizdeki kundaklama olayları artı mı, “yangın” kelimesi ile bir bağ kurmaya çalışıyorum.

            Nice insan alacak verecek meselesi yüzünden mahkemelik olur.  Hatta adam buz gibi parasını borç olarak verir, alamayınca da katil olur veya kinleri ile öfkelerini tabancasının mermisi ile boşaltır.  Sonunda ne olur? 

Ya hayatını mahveder, ya da ömür boyu hapsi boylar.  İşte o “Yangındır” insanın içini yakıp kavuran.  Kabul edemediklerimizi bize yaptıran çirkin insanların bizlere ödettikleri bedellerdir.

            Başka yangın var mı?

            Tabii ki var.

            O da eşlerin ihanetleridir.  O ihanetler aileleri öyle bir yangın yerine çevirir ki, bu yangınların bedelini çocuklar öder.

            Hepimizi rahatsız eden, “milli servet” dediğimiz ormanlarımızın yanmasıs vardır.

            “Orman yangınları” hepimizin korkulu rüyasıdır.  Bu küçücük adada yeşilin çok az, suyun kıt olduğu bir toprak parçasında bir de yangın çıkınca, işte herşeyi alır götürür o kötü ve acımasız alevler.

            Gelmiş geçmiş bütün Orman Dairesi Müdürü, sürekli bu mevsimlerde olası yangınlara karşı uyarırlar. Özellikle piknikçileri.

            Geçmiş acı tecrübeler bize aklımızı başımıza getirmedi.  Bizi akıllandırmadı.  Yine pikniğe gideriz, sonra da kırık cam parçalarını veya şişelerimizi sağa sola atarız.  Halbuki o şişe parçaları güneş ışınlarında, tam bir mercek ve adese vazifesi görür ve güneşin yakıcılığını yangına döndürecek bir odaklama meydana getirir. İşte o zaman başlar orman yangınları ve piknik alanları.  Bütün otlar ve ormanlar gün ortasında sessizce yanmaya ve büyümeye başlar.

            Hayatım boyunca beni etkileyen üç yangın olayı vardır.  Bunlardan birisi, henüz ilkokul çağımda Kıbrıs davasına büyük katkılar koymuş, İstiklal Gazetesi ve Altıok sigaralarının sahibi Necati Özkan’ın cayır cayır yanan tütün fabrikasındaki yangın...

            Korkunç bir yangınla insan karşı karşıya kalınca, çaresizliğin ne olduğunu o zaman anlar.  Koskoca binanın oyuk oyuk içinden fışkıran kıvılcımlar ve dilli alevler, adeta insanın ruhunu harap eder. Bakınız o olayı yazarken bile sanki o anı yaşar gibi etkileniyorum hala.

            Necati Özkan’ın tütün fabrikasında çıkan yangın bir muamma olarak kaldı kamuoyunun usunda.  Kimisi şahsi kin ve öfkelerden bir kundaklamadan ötürü yangın çıktı dedi, kimisi de elektrik kontağından dedi.  Her iki olasılık da mümkündü.  Ama o koskoca fabrika birkaç saat içinde kül oldu.  Gökyüzüne savrulan ateşin ve yangının kurumları evlerin damlarına, çamaşır iplerindeki çamaşırlara ve insanların ruhuna sinmişti. Yani öylesine acı bir görüntüydü o yangın.

            İkinci yangınsa, 20 Temmuz 1974 Mutlu Barış Harekatı’nda bulunduğum mevziden düşmana kurşun sıkarken, gece karanlığında Beşparmak Dağları’nın Lapta yöresinde çıkan o korkunç yangın kaldı anılarımda.  Lefkoşa’dan görünen kocaman bir meşale gibiydi o dağların üstündeki ateş.  Özellikle karartma gecelerinde göze çarpan o dağ yangını, insanı bir başka etkiler.

            Bu da savaşın yangınıydı elbette.  Düşen mermilerden ve bombalardan tutuşan kuru otlar ve ormanlar, bir anda herşeyi bitirmişti.  Öyle bir savaşın içinde itfaiyenin de görev yapması mümkün değildi.  Çünkü her tarafa ölüm ve korku sinmişti.

            Beni etkileyen üçüncü yangınsa, anımsadığım kadarı ile 1992 yazındaki yangındı.  Beşparmak Dağları’nın batısından doğusuna kadar uzanan ve bir deli rüzgarın savurarak sürüklediği alevler, o güzel dağları mahvetmişti.  Yangın bitip Girne Boğazı’ndan geçtiğimde, gözlerim dolmuştu.  Ne kadar üzülmüştüm bilemezsiniz. O piknik alanı, bütün Bozdağ sırtları ve Kantara’ya kadar uzanan orman şeridi tümden kül olmuştu.

            Bir ağacı ekip yetiştirmek bir insan hayatı kadar uzun ve anlamlıdır.  O ağacın bir anda yok olması da bir insanın bir andaki dikkatsizliği ile trafik kazasında hayatını bitirmesi gibidir. Yani damla damla hayat bulan insan hayatının ve yıllarca boy veren ağaçların yok oluşu gibi.

            Yangın sonrasında ekilen yeni fidanların boy vermesi ve o çıplak dağları örtmesi hayli zaman almıştı.  Ne büyük acıydı ya rabbim!

            O zaman şu anda girmiş olduğumuz yaz mevsiminde insanların mutlaka  çok dikkatli olması gerekir. Piknik sonrasında çöplerinizi etrafa saçmayınız. Cam ve pet şişeleri toplayıp çöpe atınız veya aracınızın arkasına koyup evinizdeki çöp konteynerine atınız.

            Daha ne diyelim ki... Suyun ve yeşilin az olduğu bir ülkede yaşıyoruz ve duyarsız insanların acımasızlıkları ile karşı karşıyayız.

            Bu sözler ve bu kelimeler herhalde insanların kulaklarına küpe olur diye de düşünüyorum.  Niçin?  Güzel bir ülkeyi daha güzel yapmak ve yangınlardan korumak için...