Hemen hemen değişik zamanlarda küçük çocukların hayalleri ile yıkımlarına tanık oluyoruz.  Hayatın gerçeklerinde her zaman küçük çocukların sanki büyükmüşler gibi piyasada iş tutmalarına ve iş tutarken de bir kazaya kurban gitmelerine tanık olmuşuzdur.

            Güzelyurt’ta bir makinist garajında bir kazaya kurban giden 15 yaşındaki çocuğun ölümü, gerçekten insanın içinde derin acılar ve yaralar bıraktı.  Ortaokuldan yeni mezun olan bu genç insanın dramını irdelediğimizde ortaya iki durum çıkıyor.

            Birincisi ailenin 15 yaşındaki çocuklarından aile bütçesine katkı sağlama düşüncesi, ikincisi de sırf boş kalmamak adına bir tanıdık işletmecinin yanında zaman geçirmesi.

            Her iki durum da düşündürücüdür.

            Kıbrıs insanının geçmişinde bu durumda pek çok çocuk, gençlikle çocukluk arasındaki sınırda, onun bunun yanında çalışarak para kazanma ve tatillerini değerlendirmek isteyenler vardı.  Örneğin ortaokul ve lise talebeleri, gazozcu Ermeni Pampakyan’ın yanında, fabrikada çalışarak aile bütçesine katkı sağlarlardı.

            Kimisi de inşaatlarda, matbaalarda veya büyük bir tüccarın yanında iş tutarlardı.

            Zaman zaman Lefkoşa’yı tanımlayan yazarlar, “Lefkoşa’nın yasemin kokak sokakları” ifadesini kullanılar.

            Yasemin de fakir aile çocuklarına bir ekmek kapısıydı. O fakir çocuklar yaseminleri toplayıp bir güzel ipliğe dizerler, sonra da tepside sokak sokak o yaseminleri satarlardı.  Böylece aile bütçesine katkı sağlarlardı.  Gerçekçi olmak gerekirse o çocukları çok büyük tehlikeler beklerdi.  Ne idüğü belirsiz insanlar bu çocuklara ya cinsel saldırıda bulunurlar, ya da toplandıkları paraları gasp ederlerdi.

            Uluslararası İşçi kuruluşlarının kanun ve kuralları, küçük yaştaki çocukların çalışmalarını engeller.  Bütün dünyada buna benzer vakalara rastlamak mümkün.

            Pandemi öncesinde sık sık gittiğimiz İstanbul’da ne kadar küçük çocukla karşılaşırdık sokaklarda.  Ayakkabı boyacısından tutun da, kağıt mendil, tarak, kanca v.s. satan çocuklara rastlamak mümkündü.

            Hatırlıyorum...  Bir defasında Mahmutpaşa yokuşunda bir çocuğa ayakkabılarımı boyatmıştım.  Pırıl pırıl, cin gibi bir çocuktu.  Boyama esnasında onu deşmiştim.

            “Senin yaşın kaç oğlum?”

            “Yaşım on’dur abi” demişti.

            “Kaç kardeşsiniz oğlum?”

            “Biz tam on kardeşiz” dedi.

            “Annen baban çalışıyorlar mı?”

            “Sadece babam çalışıyor.  Biz kardeşler de böyle işlerde çalışarak para kazanıyoruz aile için” demişti.

            “Okula gidiyor musun?”

            “Gidiyordum ama babam beni çıkardı” dedi yavrucak.

            “Neden?” diye sorduğumda, bana aynen şöyle demişti.

            “Bilmem.  Babam hepimizi de okuldan çekip çarşıya saldı.  Halbuki ben doktor olmak istiyordum” demişti bana.

            O an içim acımıştı.  O zavallı çocuğun ne büyük hayalleri vardı.  Ne büyük bir hayat kavgasının içindeydi.

            Her zaman büyük kentler, küçük çocuklar için en büyük tehlike merkezleridir.  Büyük kentlerde o yavrucaklar, hem it olurlar, hem de p...şt, affedersiniz.  Bir de uyuşturucu belasına bulaştılar mı, artık o duruma düşen çocukları kurtarmak hayal olur.

            Takriben bundan on yıl kadar önce Türkiye’den doğu bölgesinden gelen bir boyacı ile tanışmıştım.  Çok efendi ve çok saygılıydı.  Henüz evlenmemişti ve ilk fırsatta bir yuva kuracağını söylüyordu.

            Nitekim tam beş yıl sonra evimizin kapısı çalınmış ve o boyacı genç yeniden ülkeye gelerek iş aradığını söylemişti.  Onu görünce ben de sevinmiştim.  Güvendiğim, tertemiz ve işi sağlam bu gence iş vermenin bir insanlık görevi olduğunu düşündüm ve evimizin bahçe demirlerini boyatmıştım.  Bu arada kendisine sormuştum.

            “Eee... Bu beş yılda ne yaptın oğlum?”

            “Evlendim abi.  Dört tane de çocuğum var, ellerinden öperler” demişti.

            Aradan üç yıl daha geçtikten sonra yine Kıbrıs’a gelmiş ve bana üç çocuk daha yaptığını söylemişti. İşte o an tepem atmıştı.

            “Be oğlum...  Türkiye’de aile planlaması diye birşey vardır.  İnsan ancak iki, bilemedin üç çocuk yapmalıdır.  Bu kadar çocuğun karnını nasıl doyuracaksın?  Onları nasıl okutup adam edeceksin?  Yoksa hepsini de senin gibi boyacı mı yapacaksın?” deyince bana yanıtı şöyle olmuştu.

            “Abi, Allah hepsinin rızkını verir.  Belki memlekete dönünce üç beş çocuk daha yaparız.  Bizim hayat anlayışımızda çocuklar bir ailenin zenginliğidir” deyiverdi.

            Onunla son kez görüşmüştüm ve şimdi düşünüyorum...

            Acaba o boyacının çocukları sokaklarda ayakkabı mı boyuyorlar?  Yoksa sahilde kaynamış mısır mı satıyorlar?

            Bir iş kazasına kurban giden Güzelyurt’taki çocuk bana neleri hatırlatmış ve ne gibi hayat gerçeklerini kağıda dökmüşüm...

            Özetle bu yaştaki çocukların yaşları küçük ama hayalleri büyük olur, hayatlarını bir kazaya feda etme uğruna...