Her insanın başına gelebilecek en kötü şey, yaşlanmak ve yalnızlıktır.  Üstüne üstlük bir de bedensel engelli olunca insan, adeta kaderine terkediliyor.
Çok gelişmiş toplumlarda bu durumdaki yaşlı insanlara, hemen devlet sahip çıkarak onları koruma evlerine alıyorlar.
Dünyada ne kadar çok yalnız ve yaşlı insan vardır bilir misiniz?
Şayet toplumsal ve sosyal yaşantı açısından dış ülkelere göre durumumuzu değerlendirirsek, yine de biz Kıbrıs insanı kısmen şanslıyız bu konuda.  Şanslıyız, çünkü küçük toplumlarda herkes birbiri ile içiçe yaşıyor, eşi dostu ile birlikte oluyor, akrabalık bağları güçlü oluyor.  Lakin yine de arada bir yalnız ve  kimsesiz, hatta bakıma muhtaç insanlar çıkabiliyor toplumda.
Örnek olarak Londra’yı alacak olursak...  Londra’da pek çok modern yaşlı evi vardır.   Veya buna “bakımevleri” de diyebiliriz.
Bir Kıbrıslı tanıyordum eskiden.  Evlatlarından hayli kopmuş, yalnızlığa terkedilmiş ama elinde tapu gibi İngiliz pasaportu onun kurtarıcısı olmuş.  
Londra’da veya geniş anlamda İngiltee’de “yaşlı ve bakıma muhtaç insan” dendi mi, akan sular durur.   Hele bir ilgili daire veya birimin bilgisine gelsin.
Gerçekte Londra’da “insanlık” dendi mi, bütün sosyal yardım kurumları faaliyete geçer.  Kendi kendine yeterli olamayan “yaşlıca” diyebileceğimiz insanları ambulans veya servis arabası ile evinden alır, güzel bir sağlık kontrolundan geçirir ve motel veya otel gibi konuk evlerine yerleştirirler.
Hatta bazı yalnız insanlar, kendi istekleri ile yaşlılığını bahane ederek o konuk evlerinde yaşamak isteyip, ilgililere başvurur.
Yukarıda “Kıbrıslı” dedim de aklıma geldi...
Güneyden göç etmiş Kemal isminde bir adamcağız vardı.  Çok muhterem ve çok da sevgi dolu bir yaşlı adamcağızdı.  Bir vesile ile kendisi ile ilgilenmiştim güneyden kuzeye geçtiğinde.  Kendisi İngiliz üslerinde çalışan bir elemandı.  Elinde AB öncesi elinde İngiliz pasaportu vardı.
Çocukları onu ihmal mi ettiler?
Hayır etmediler.  Bilakis onunla çok ilgilendiler.  Lakin kendisi o kadar düşünceli bir insandı ki, eşini kaybedince kimseye yük olmak istememişti.
Bir ara Kıbrıs’a geldiğinde tesadüfen kendisi ile karşılaşmış ve oradaki hayatını sormuştum.  Çok da mutlu ve mantıklı görünüyordu.  Bana oradaki durumunu aynen şöyle aktarmıştı:
“Eşim öldükten sonra temelli Londra’ya yerleşmek zorunda kaldım.  Evlatlarımın yarısı Kıbrıs’ta, yarısı da İngiltere’de yaşıyor.  Ben sağ olsun bütün evlatlarımdan memnunum ama, onların da bir özel hayatları vardır. Kimseye yük olmak istemedim.  Sosyal Yardım Dairesi’ne başvurarak beni yaşlılar evine koymalarını istedim.  Derhal beni alıp Londra dışında bir yaşlılar evine yerleştirdiler.  Yaşlılar evi deyip geçmeyin.  O yaşlılar evinde her yaşlının ayrı odası vardır.  Her gün tansiyonuna bakan, muntazaman ilaçlarını veren, kirli çamaşırlarını yıkayıp ütüleyen, sağlığımıza göre güzel yemekler pişiren hizmetkarlar vardır.  Üstüne üstlük grup grup yaşlıları otobüslere bindirip, kentin içinde dolaştırırlar, hayattan kopmamak için.  Ben daha ne isterim bundan sonra?”
Kemal Dayı’nın bu sözleri beni uzun uzun düşündürmüştü.  
“Nerde bizde öyle modern ve tam donanımlı, ehil personelin elinde bir hayat süren yaşlılar için güzel bir huzurevi.”
“Huzurevi “ deriz de, hala daha modern huzurevinden haber yok maalesef.  Biz ne zaman o çağdaş ülkeler seviyesine erişecek ve yaşlılarımıza huzurlu bir yaşam bahşedeceğiz?
Çağın gerisinde miyiz, yoksa ilerisinde miyiz?
Gerçekçi olmak gerekirse bizler çağın çok çok gerilerindeyiz. 
Zaman zaman Türkiyeli kardeşlerimiz bizim yaşantımıza imrenirler.  Öyle olduğu halde İstanbul veya büyük kentlerde modern huzurevleri yapılmış, eli ayağı tutan emekli hayatını yaşayan insanlar maaşını veya tüm gelirini o huzurevlerine bahşederek orada yaşamayı tercih etmektedirler.  
Bir ara Uğur Dündar’ın bir belgesel programını izlemiştim...  Yaşlılara sorulmuş, “Neden burada yaşamayı tercih ettiniz?”
O yaşlı insanlar cevap veriyorlar...
“Bu huzurevi beş yıldızlı bir otel seviyesinde.  Herşey modern.  Biz ve bizim gibi nice yaşlı ama eli ayağı tutan insanlar vardır. Bizler aynı kafayı taşıyan insanlar her gün tavlamızı ve piştimizi oynar, Boğaz’ın o muazzam manzarasına bakarak hayatımızı sürdürürüz.  Herşey elimizin altında.  Yemeklerimiz şahane, çamaşır ve ütü derdimiz yok. Ayrıca doktorumuz da her gün bizi kontrol ediyor.  Daha ne?”
İşte zaman zaman aciz duruma düşen yaşlı ve bakıma muhtaç insanların haberlerini okuyunca birden içimizi boşaltıyoruz.  Kısacası daha çok ekmek isteriz adam olmak için.