Koronavirüs belasını her gün çeşitli vaka ve acılarla izlerken, ne kadar da soğukkanlı olsak, yine de etkileniyoruz yaşananlardan.  “ Şu kadar insan öldü, şu kadar insan ölecek, şu kadarı bu virüse yakalandı” sözlerini artık duymak istemiyoruz.  Büyük ülkelerde binlerin üstüne çıkan ölü sayısı yükselirken bu kadar insanı gömecek toprak parçası da kalmadı herhalde.

                “Evde kal” çağrısına gerçekten uymak lazım.  Bütün yazılarımda buna vurgu yapıyorum.

                Bugün direk virüsten ziyade olaya sosyolojik açıdan bakmak istedim bugünkü yazımda.

                Büyük ve küçük toplumlarda bu gibi hallerde etkileşimler nasıl gelişir?  İnsan ilişkileri hangi düzeydedir?  Yardımseverlik ve dayanışma ne kadardır?  Paylaşmak gerçek anlamda yapılıyor mu?

                Bu soruları kendimize geçmiş ve şu anda yaşadığımız ortamlarda sormak gerekir.  Geçmişte hiç böyle birşeyle karşılaşmamıştık.  Belki büyüklerimiz veba veya veremden etkilenmişlerdi.  Ama azim ve irade o zorlukları ve o belaları aldı götürdü.

                Büyük kentlerin insanları bence daha bir zor durumdadır küçük yerleşim insanlarına kıyasla.  İnsan ilişkileri, kentlerde sanıldığı kadar yükesk değildir.  Dayanışma da o kadar değildir, küçük yerleşim yerlerinde olduğu gibi.

                Bir İngiltere, Almanya, New York veya Paris gibi büyük kentleri düşünün...

                Oralarda insanlar birbirlerini bile görmezler normal hayatın akışı içinde.  Şayet komşunuz ölse, sizin haberiniz olmaz.  Ama bizim gibi küçük toplumlarda insanlar birbirine destek vermek için adeta yarışırlar.

                Koronavirüsünü bir tarafa koyarak geçmiş yaşadıklarımızı bir düşünelim...

                Rahmetlik annem anlatırdı bize İkinci Dünya Savaşı esnasında yaşadıklarını.  İngiliz İdaresi’nin hüküm sürdüğü, Alman uçaklarının üzerimizden geçtiği, ekmeğin, yağın, hellimin ve ne bileyim daha nice temel gıda maddelerinin karneye bağlandığını hep anlatırdı.  O anlatılarda beni en çok etkileyen neydi, bilir misiniz?

                Her gün yediğimiz ekmeğe, ikinci sınıf kuru üzümlerin ekmek hamuruna katılması ve ekmeğin üzünlü bir şekil içinde pişirilerek halka ulaştırılmasıydı.

                İngiliz bunu niçin yapardı?

                Çünkü savaş esnasında bir yokluık dönemi yaşayan halkın, atıl vaziyette kullanılmayacak düzeydeki gıdaların değerlendirilerek insan sağlığını güçlendirmek istemesindendi.

                Bir romanımda şöyle bir ifade kullanmıştım geçmiş yaşadıklarımızı kültürel verilerle harmanlayarak:

                “Siz hiç molohiyayı üzümlü ekmekle yediniz mi?”

                İşte var oluş kavramlarımız ve inançlarımız bize molohiya ile üzümlü ekmek yeme zorunluğunu getirmişti geçmişte.  Hala o anı aklımda duruyor.

                Bir de yaşamak için evlere kazılan sığınaklara saklanmak vardı.  Rahmetlik babam bir sığınak kazmıştı bizim doğduğumuz o büyük evin bahçesine, çamın altına.  Sığınak, savaştan ve ölümlerden kurtulmak için kazılırdı.  Yine anılarımda kalan bir noktadır sığınaklı günlerimiiz...

                Hiç küçücük bir çocuk o günleri hatırlayabilir mi?  Şayet psikolojik açıdan etkilenirseniz, o acı anılar hafızanızda kalır.

                Savaş içinde bir gün Alman uçakları Lefkoşa’nın üstünde uçarken, bütün ev halkının koşarak o sığınağa saklandığımızı hatırlıyorum.  Yaşım beşti.  Ama usumda kalmış o acı olay.  Küçücük bir çocuğun neler yaşanbileceğinin yansımalarıydı akılda kalan.

                “Büyük-küçük” toplumların zor günlerindeki dayanışmalarına da bir bakalım.

                Savaş esnasında leblebi gibi başımızın üstünde uçuşan mermilerden korunmak için beton evlere saklanırdı insanlar.  Mücahit cephede, ev halıkı da beton binalarda veya daha güvenli korunma noktalarında bir zaman geçirirlerdi, savaş bitene kadar.  Komşuluk  ve akrabalık ilişkileri de en üst düzeydeydi.  Birisinin ekmeği bitse, öteki kendi ekmeğinin yarısını kesip diğerine verrirdi.  Yağdır, süttür, peynir, hellim ve daha nice gıda maddeleri dayanışma içinde tüketilirdi.

                Bir başka anımını anlatıp içinde bulunduğumuz zor zamanları unutturma adına birşeyler yazayım...

                Eşimle evlendiğimizde bir aylık evliydik.  Göçmen olduğumuzda eşimin gelinliği gardrobun üzerinde kalmıştı.  Evimiz sınırda bir evdi.  Sonra Rumlar herşeyimizi alıp götürmüştü.  Üzerimizdeki elbiselerimizle kayınvalidemin Lefkoşa surlar içindeki evine sığınmıştık.  Kayınvaldenin evindeki göçmen sayısı tam kırk beş kişiydi.  Bu kadar insanın yemesi, içmesi, yatması, uyuması ve tuvalet ihtiyaçları...  Bir de karartma geceleri...

                O kadar insanı doyurmak kolay mıydı?  Rahmetlik kayınvalide bol sulu mercimek çorbasını yapıp olabildiğince hepimizin karnını doyurmaya çalışırdı.

                Bence şu anda koronavirüsünden garantide olan kişiler, survivor yarışmalacılarıdır.  Doğal bir garantinada...  Bütün dünyadan zaten yarışma nedeniyle izole edilmişler.  Dominic adalarına girişler ve ulaşımlar bellidir.  O bakımdan belki açtırlar ama hayatları garanti altındadır.

                Velhasıl diyeceğim şudur...

                Bizler küçük toplum bireyleri olarak bu virüsten daha kolay kurtulabiliriz, veya bu virüse önlem aldığımız sürece pek yakalanmayız.  Vaka sayımız da kendi nürusumuzla orantılı olur herhalde.  O bakımda büyük kentlerde yaşamadığımız için şükrediyoruz.

                Sessiz ve ıssız bir adaya dönüştü Kıbrıs... Bu ıssız ada neler neler yaşamadı k i tarih boyunca.  Bizler şanslı insanlar mıyız?  Elbett şanslı insanlarız.  Tıbbın bu kadar gelişmişliğinde bu belayla bile baş etmek için canla başla çalışan doktorlar ve bütün sağlık çalışanları insanlık için seferber oldular.  Halbuki eski insanlar hep iptidai ilaçlarla bu tür belalardan kurtulmaya çalışırlardı.

                Bizler gerçekten şanslı mıyız?

                Bir başka anlamda şanslıyız.

                Evimizde renkli televizyonlarımız var, cep telefonlarımız var, internet hatlarımız var ve bütün dünya ile iletişimimiz var.  Daha ne isteriz bu açık hava hapishanesinde?

                O zaman evlerimizde kalarak bu zor günleri atlatmaya çalışalım diyorum geçmişle geleceği sizlere aktarırken...