İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden Sovyetler Sosyalist Cumhuriyetleri Birlİği’nin (SSCB) çöküşüne kadar olan döneme, genellikle Soğuk Savaş Dönemi denir. 
İki kutuplu bir dünya vardı o dönemde: Bir yanda ABD ile yandaşı devletler, diğer yanda SCCB ve yandaşı devletler! İki kutupluluk, bir dünya dengesi oluşturmuştu. O denge dünyada sanal bir barış ortamı gibi yansıdı. 
Sovyetler Birliği dağılınca, soğuk savaş sona erdi gibi algılandı ama aslında bitmedi. Biten iki blok arasındaki soğuk savaştı. Zaman geçtikçe dünyada iki kutuplu soğuk savaş yerine çok kutuplu soğuk savaş, daha doğrusu savaşlar başladı. 
Bu soğuk savaşlar Trump’ın gelişi ile başlamadı. Onun gelişi soğuk savaşları açığa çıkardı. 
Bugün ABD - Çin, ABD - AB, ABD - Rusya, ABD – Türkiye, Türkiye - Yunanistan arasında esen (başka ad, bu arada ticaret savaşı da dense) “soğuk rüzgârlar” aslında soğuk savaştan başka bir şey değil! Kıbrıs Türk - Kıbrıs Rum halkları arasında yaşananlar da, bu bağlamda 1968’den günümüze süregelen görüşme süreci da bal gibi bir soğuk savaştır.

TL’NİN ERİTİLMESİ SÜRECİ, TC - ABD SOĞUK SAVAŞI’NIN CEPHELERİNDEN BİRİDİR
Son döviz bunalımı, daha doğrusu TL’nin eritilmesi süreci, aslında Türkiye - ABD Soğuk savaşının yeni bir boyutundan başka şey değil! Elbette ki işin ekonomik, finansal, psikolojik, belki başka boyutları da var. Ama kimse, bunda ABD - TC Soğuk Savaşı’nın, şu ya da bu şekilde; şu ya da bu oranda etkisi yok demesin! Hem de insanı şaşırtacak oranda, çok hızlı bir tırmanma, daha da doğrusu tırmandırma da söz konusu! 
Türk Lirası’nın eritilmesi süreci nereye kadar gider, sonuçları ne olur, kestirmek ya da öngörüde bulunmak kolay değil! Döviz bunalımı ya da TL’nin erimesi/eritilmesi olayının biz Kıbrıs Türkleri’nde “yıkıcı” etki yarattığı da bir sır değil!  
Hani Türkiye nezle olursa biz daha beter oluruz deriz ya! Dövizde daha beterdir. Hükümet ne önlem alınacağını düşünedursun, olayın domino etkisi, zincirleme ve çığ örneği büyüyerek yayılacaktır. 

EKONOMİDE 2+2 HER ZAMAN 4 ETMEZ
Devlet ve toplum yaşamında yaşamsal önemde olan ekonomi, Nobel ödüllerinden birinin konusu olan bir bilim dalıdır. Dünyanın hemen hemen tüm üniversitelerinde ekonomi kürsüleri ve Nobel ödüllü olanları dahil çok sayıda ekonomi profesörü, ayrıca profesörlerin dışında ekonomistler, ekonomi yazarları ve ekonomi danışmanları vardır. 
Buna karşın ekonominin, pozitif bilimlerde olduğu gibi “iki artı iki dört eder” benzeri kesin kuralları yoktur. Nitekim yıllardır dünyadaki ekonomik bunalımlar, denizlerdeki “gel - git” olayı gibi, bir gelip bir gidiyor. Her bunalımın gelişinde önlemler alınıyor, bu önlemlerin sonucu “pembe tablolarla” gösteriliyor ama çok geçmeden “sil baştan” geri dönülüyor. 
Madem bir ekonomik bunalım olduğunda birileri reçeteler ortaya koyuyor ve bu reçetelerin “doğruluğuna” güvenilerek uygulama yapılıyor, niye bir süre sonra bunalımla yeniden yüz yüze kalınıyor? Nasıl olur da böyle bir bunalımın geleceği görülmez? Bunalım şu ya da bu nedenle çıkınca niye kolayca atlatılamıyor? Nasıl olur da reçete üstüne reçete uygulanmasına karşın bazı bunalımlar önlenmez?
Reçete üstüne reçete önerilmesine, önlem üstüne önlem alınmasına karşın, çoğu kez ekonomik bunalımlara kesin çare bulunmaması, aslında çözüme çare olacak reçetenin bilinmediğini, yanlış bilindiğini ya da işin içinde iş olduğunu göstermiyor mu? Aksi takdirde birilerinin bu bunalımı sürdürmek istediği sonucuna varmamız doğal bir sonuç olmaz mı? 
Bu sorgulama/tartışma, bizi ekonominin bilimselliğini tartışmaya, hatta yargılamaya götürür. Yine de ekonomik bunalım için anılan nedenlere baktığınızda, çoğu kez “ekonomi biliminin gereklerine” uymama nedeni ön plana çıkar. Aslında bu da soyut bir kavramdır, çünkü “ne yapılsaydı bunalım olmazdı” sorusuna verilen yanıtlar da çok farklıdır. Yalnız politikacıların değil, ekonomistlerin de görüşleri farklıdır. Ekonomi için genel anlamda söylediklerim elbette KKTC için de geçerlidir. Bu konu (ekonomi), bir bakıma “Kıbrıs sorunu” gibi “dipsiz kuyu”ya benzer. Daldınız mı çıkamazsınız. Üstelik esas düşüncelerinizin “davulcu yellenmesi” gibi güme gitme olasılığı yüksektir. 
Sorunlar ve özelde ekonomi için, özellikle Kıbrıs sorunu bağlamında “çözüm olsun, gerisi kolay” demek, safsatadan ve işin kolaycılığına kaçmaktan başka anlam taşımaz.

NE YAPACAĞIZ PEKİ?
Bu durumda, son döviz şoku konusunda ne yapacağız? Hükümetimiz ne yapabilir?
Bazı kesimlerin savladığı gibi başka bir para birimine, en çok üzerinde durulduğu gibi Euro’ya mı geçsek?
Maaşları dövizle mi ödesek?
Üniversite harçlarında döviz sabitlense mi? Ve daha başka önlemler, falan filan…  
Bunların içinde en köklü olanı hiç kuşkusuz başka para birimine, bu bağlamda Euro’ya geçmek gibi görünür. En kolayı gibidir de, ama aslında en zor olanıdır ve çocuksu “Barış, hemen şimdi” sloganını çağrıştırır. Maaşları dövizle ödemek, üniversite harçlarında dövizi sabitlemek ve daha başka önlemler,  geçici önlemlerdir, sorunun özüne dokunmaz.
O zaman çare ne?
Yukarıda söylediklerimden sonra ortaya reçete gibi bir görüş ortaya koymak niyetinde değilim ama kesin çözüm gibi lanse edilen ve sürekli olarak o yönde algı yaratma çabalarının hız kesmediği, başka bir para birimine, özellikle de Euro’ya geçmeye yönelik söylemlerin çok da gerçekçi olmadığını düşünenlerdenim. Bunun için her şeyden önce eşitlikten geri adım atmak gerekir ki bunu benim aklım almaz. 
Bana göre bu konudaki temel sorunlardan biri ülkede tek para biriminin uygulanmamasıdır. İsteyenin istediği para birimini kullandığı, fiyatların resmi olmayan para birimleri ile saptandığı, üniversite harçlarının ülkenin resmi parası ile değil başka bir para birimi ile belirlendiği, kiraların, emlak fiyatlarının dövizle saptandığı ve hukuk sisteminin buna cevaz verdiği bir ülkede bir ekonomik düzen kuramazsınız.       
Yeniden belirteyim ki bu benim kişisel düşüncemdir ama ekonomide “iki artı iki dört etmediği” bilinciyle bunun “illa ve lâkin” reçete olduğu savında da değilim. 
İlla ve lâkin, “ortak aklı” muhakkak ortaya çıkarmak ve bu konuda kendimize bir yol haritası çizmek gerekir diye düşünüyorum.