Birinci Barış Harekatı sonrasında bir bekleme süresi vardı. Hani Rumlara zeytin dalı uzattığımız, “bize yaşama,  egemenlik hakkı ve de toprak veriniz, anlaşalım ve her ikimiz de huzur bulalım” dediğimiz bir dönem.
Birinci Barış Harekatı sonrasındaki bekleme süresi, tam bir cehennem azabı ve tam bir “kader süreci”ydi diyebilirim.
Türkiye’den Kıbrıs Türküne bir mesaj geldi. 

“Oturun, milletvekillerinizi, siyasilerinizi ve bu toplumun kaderine imza atacak yetkilileri toplayınız ve alternatifli haritaları ve önerileri çıkartınız.  Rum’a sunacağınız öneri mantıklı olsun.”
Bununla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş bütün siyasileri makamına çağırmıştı:

“Arkadaşlar, burada tarihi bir karar almak durumundayız.  Geleceğimiz, burada verilecek karar doğrultusunda belirlenecek.  Türk askerini de sıkıntıya sokmıyacak önerileri yapmalıyız.  Anlaşmalardan doğan hakkımız ve Anavatan’ın hakkı hala geçerlidir.  Birinci Barış Harekatı ile Rumlara gerekli mesaj verildi.  Şu anda adada fiili ve coğrafi bir durum var.  Kıbrıs Türkünün hayatı Mehmetçik sayesinde garantiye alınmıştır.  Burada birkaç öneri ihtiva eden taslak haritalar var.  Çok kısa bir süre sonra Rumlarla Cenvre’de bir araya geleceğiz ve önerilerimizi önlerine koyacağız.  Onlar bu önerileri kabul etmezlerse Türk askeri son hattı çekecek.  Türkiye bunda kararlıdır.”
Denktaş’ın önerileri o kocaman salona bir bomba gibi düştü.  Herkes büyük bir dikkatle onu dinliyordu ve sonra teker teker konuşmaya başlamışlardı.
Limasol milletvekilleri şunu öneriyi yapmışlardı:

“Türk askeri hattı Girneden Limasol’u içine alacak şekilde kuzeyden güneye doğru dikey bir çizgi çeksin ve bu işi noktalasın.”
Larnaka milletvekilleriyse:

“Hat, Girne’den Larnaka ve Mağusa’yı içine alacak şekilde çekilsin, çünkü Larnaka’da rafineri var” önerisini yapmışlardı.
Baf milletvekilleri de şunu önermişlerdi:
“En verimli topraklar Baf’tadır.  Onun için Girne’den batıya Baf’ı içine alacak şekilde bir hat çekilsin” dmişlerdi.
Denktaş  bu önerileri dinledikten sonra çok büyük bir tepki göstermişti. Haklıydı.  Çünkü kimse Türk askerinin stretejik ve coğrafi konumunu, Kıbrıs’ın Türkiye sahilleri ile ilişkisini dikkate almadan çıkarcı ve duygusal bir zihniyetle konuşuyordu.
Denktaş Bey şöyle konuşmuştu: 

“Beyler, burada hem Türkiye’nin jeopolitik ve askeri konumunu, hem de Kıbrıs Türkünün stratejik konumunu dikkate almak durumundayız.  Burada sadece vatan ve milletin çıkarları söz konusudur.  O nedenle önerileriniz mantıklı olmalıdır.”
Birkaç alternatifli haritalar orada masasında duruyordu.  O önerilerden birisi de kantonal sisteme dayalı önerilerdi.
Ve toplantı bittiğinde hepimiz,

“İnşallah Rumlar kantonal sistemi kabul etmezler” diye içimizden geçirmiştik.  Hep bunu dua ettik ikinci harekata kadar.
Nitekim duamız kabul oldu.  Rumlar  Cenevre’de hiçbir önerilerimizi kabul etmemişlerdi.
Rahmetli Türkiye Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in otel odasından verdiği mesaj şuydu:

“Ayşe tatile çıksın.”
Ve Ayşe tatile çıktı.

Rumların Türk önerilerini kabul etmemesi durumda ikinci harekatın derhal başlatılması için verilen şirfeli bir mesajdı kızı Ayşe’nin tatile çıkması.
Gümbür gümbür Türk tankları Girne’den hareketle iki kol halinde, hatta üç kol halinde dalga dalga hiç durmadan yürüdü, yürüdü.  Onlara rehberlik eden mücahitler, onların yönelendiricileriydiler.
Neden üç kol halinde?
Çünkü coğrafi yönden rahatlamamız ve Kıbrıs Türkünün özgür topraklara kavuşabilmesi için uygun ve emin bir hat çekilmesi gerekliydi.  Bu kollardan biri Lefkoşa hattının genişletilmesi, ikinci kol Maraş’ın alınarak Türk topraklarına katılması ve üçüncü kol da Yeşilırmak’a kadar gidilmesi ve özgürlük hattımızın çekilmesiydi.

İkinci Barış Harekatı 14 Ağustos’ta başladı ve 16 Ağustos’ta noktalandı.
1963 yılında Kıbrıs Türklerine 1974’e kadar Rumların verdiği acılar, katliam çukurları, kayıplarımız, anasız babasız kalan çocuklar, yakılıp yıkılan köylerimiz ve evlerimiz hep gözlerimizin önündeydi.  Şimdi sıra onlardaydı.  Kıbrıs Türkü, verilmeyen bir hakkı söke söke ve silah yolu ile savaşarak alıyordu.
Ne kadar acıdır ki Rumlar, arkalarından büyük bir coşku ve heyecan kasırgası gibi gelen Türk tankarını hissederek ve görerek önlerine gelen köylerde katliamlar yapmışlar ve masum kardeşlerimizi ölüm çukurlarına gömmüşlerdir.
Türk jetleri Rum mevzilerini berhava ederken, çil yavrusu gibi dağılan gavur sürülerine verilen bir yanıttı bu.  Yıllarca radyolarında bizimle alay edercesine çaldıkları “bekledim de gelmedin” şarkısı artık “Girne’den Yol Bağladık Anadolu’ya” şarkısı ile yer değiştiriyordu.
Neydi o günler?
Yıllarca içimize akıttığımız acılarımız orada bitmiş, özgür topraklara kavuşmuş ve geleceğe yelken açmıştık.
Aradan tam 44 yıl geçti ve bizler şimdi ekonomik savaşlarla ve barış arayışlarıyla hala cebelleşiyoruz.
Benim korkum şudur.  İnşallah savaşla kazandıklarımızı masa başında kaybetmeyiz.  Bunları kaybetmemek için birbirimize kenetlenmemiz, biribirimize güvenmemiz ve dış dünyaya bir ağızdan mesajlar vermemiz gerekmektedir diye düşünüyorum.  Ama maalesef dünyaya verilen mesajlar bir ağızdan değildir. 
Öyle bir barış yapılmalıdır ki, bir kez daha savaşlar olmasın, kavgalar olmasın ve kan akmasın.
Öyle güzel yarınlar hazırlamalıyız ki ekonomik kalkınmamızda Rumlarla bir paralellik arzetsin.  Yıllarca gasbedilmiş Türk hakları iade edilsin.
Karşılıklı güven zemini hazırlandı mı?  Güven zemininin hazırlandığına ben hala şüphe ile bakıyorum.  Rumlar hala hayal dünyasında yüzüyorlar.  Hala kuzey topraklarına dönmekten dem vuruyorlar.  Şehitlerinin mezarlarında ettikleri yeminleri okursak, Rum’un hala daha değişmediğini görürüz.
Şimdi ikinci barış harekatının 44’ncü yıl dönümü.  Demek hala daha Rumlarla ve kendimizle kavgamız bitmedi.  Bir çelişkiler manzumesinde gidip geliyoruz.  Bundan sonra ne olur?
Üçüncü Barış Harekatı olur mu? 
Değişen dünya değer ve görüşleri, Kıbrıs’ta bir kez daha savaş olmayacağı mesajını vermesine karşın,  Rumların tetikteki bekleyişleri, şu veya bu şekilde Türkiye’nin ayağını kayması ve bir köşeye sıkıştırılmsasıdır.  Bu da mümkün değil,
En önemlisi nedir bilir misiniz?
Türkiye üzerine oynanan oyunların Türkiye’nin başının belaya girmemesidir.  O bağlamda İkinci Harekat’ın bize bahşettiği bu topraklara ve bu devlete sahip çıkmaktan başka çaremiz yoktur.  Anavatan-Yavruvatan bütünlüğünde çok sağlam bir politika ile geleceğe bakmak zorundayız.
Gerçek o değil mi?