Seferberlik deyince genellikle askersel anlamda savaşa hazırlık, imkan ve kabiliyetlerin aktif ve kullanılabilir hale getirilmesi olarak anlaşılır. İngiliz dilinde seferberliğin karşılığı olarak kullanılan “mobilization” sözcüğü Türkçemizde hareketlilik anlamına da gelir. Seferi olmak da sözcük anlamında hareketli olmak demektir. Dolayısıyla seferberlik, toplumsal anlamda belli bir yol haritası doğrultusunda, çıkılacak yol boyunca,  gerekli olacak her türlü maddi donanım ve diğer her türlü birikim ve olanakların istenildiği anda kullanılabilir halde bulundurulmasıdır.
Kıbrıslı Türkler olarak, 1571 yılından beri ada toprakları üzerinde, kendine özgü özelliklerimiz, toplumsal ve kültürel değerlerimizle, ekonomik ve siyasal etkinliklerimizle, Kıbrıs Türk Halkı ya da Toplumu olarak 447 yıldır varız ve yaşıyoruz. Tarihsel olayların akışı ve coğrafi koşulların şekillendirip yön verdiği siyasal anlayış ve yapılanmalar diyalektiğinin yarattığı rüzgarlarla, 1974 yılından bu yana da kuzey Kıbrıs’ta ya da Kıbrıs adasının kuzeyinde, konuşlanmışız.
“Kıbrıs sorunu” denen ve maalesef uluslararası bir çadır tiyatrosu ve sirkine dönüştürülmüş bulunan sürecin vardığı noktada, Kıbrıs Türkleri olarak yaşamsal birtakım kararları almanın ve uygulamanın tarihsel baskısını her gün daha fazla hissedeceğimiz günler gelip çattı diyebiliriz.
Yıllardır, 1963 yılından beri Kıbrıs Cumhuriyeti Devletini zorla işgal etmiş olan Rum adadaşlarımız, Kıbrıslı Türklerin çalınmış siyasal haklarını da içeren bu kimlikleriyle, bölgemizde ve dünyadaki siyasal ve ekonomik etkinlikleriyle, toplumsal varlığımıza karşı olan saldırılarını artırmaktadırlar. Bunun nedeni, Kıbrıs adası çevresinde ve genellikle de Doğu Akdeniz’in altında saptanan  zengin enerji kaynaklarının varlığıdır.
Denizin dibindeki yer kabuğundan binlerce metre derinlerde olduğu söylenen bu kaynaklara ulaşıp yeryüzüne çıkarabilecek gaz ve petrol şirketleri, dünyada sayılı miktarda bulunmakta ve bunlar da güçlü devletlere ait bulunmaktadırlar.
Ayrıca çıkarılacak bu hidrokarbon enerji kaynaklarına, çok büyük ilgi duyan AB de, halen enerjide Rusya Federasyonu’na olan bağımlılığını, “kendi üyesi” Kıbrıs’tan ve Doğu Akdeniz’deki diğer sağlayıcılardan elde edeceği miktarlarla azaltmak istemektedir.
Kısaca hem bölgesel hem de küresel anlamda sürdürülmekte olan stratejik hesapların ve oyunların tam da ortasında bulunuyoruz.
Tek toplumlu Kıbrıs Cumhuriyet’ni 1 Mayıs, 2004’te üyesi yaparken Kıbrıslı Türklerin siyasal iradesini göz önünde bulundurmamış  olan AB, şimdi de bölgemizde gaz ve petrol kaynakları söz konusu olunca cüretini daha da artırarak, Kıbrıslı Türklerin haklarını tamamen göz ardı edebilmektedir.
Bunun nedeni, Kıbrıslı Türklerinin Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunda bulunan ve uluslararası hukuka dayanan egemen ortaklık haklarının, hala uluslararası toplum tarafından çiğnenmekte olmasıdır. Halbuki Britanya’nın üslerdeki egemenliği kadar, Kıbrıslı Türk Toplumunu da bu üsler dışındaki topraklar üzerindeki egemenlikteki müşterek hakları da o kadar vardır, yasaldır ve gerçektir
Ve eğer bu haklar gerek ada topraklarında gerek ada denizlerinde Rum toplumu ile ortaklaşarak, paylaşarak kullanılamıyorsa ayrı ayrı kullanma bir zorunluluk olarak ortaya çıkacaktır.
Son analizde söylenmesi gereken, Kıbrıs Türklerinin “Kıbrıs sorunu” diye bilinen çadır tiyatrosundan bağımsız olarak, başta ekonomik ve sosyal alanlarda olmak üzere sürdürülebilir bir seferberlik başlatması ve bu seferberliğin başarıya ulaşmasını sağlayacak sağlıklı iç ve dış siyaset üretme mekanizmalarını geliştirmesidir.
Kişisel olarak bana ulaşan bazı bilgilere göre, güney Kıbrıs’ta bulunan Kıbrıslı Türklere ait taşınmazların satın alınması için dış ülkelerde bir hareketlilik başlatılmıştır. Yine aynı kaynaklara göre, bayağı zengin bir gaz tedarikçisi olacak olan güney Kıbrıs’ta toprak da oldukça büyük rantlar yapacağı için, daha şimdiden yatırımcılar toprağa yatırım yapmaya başlamışlardır bile. İlk akla gelen de adanın güneyindeki Kıbrıslı Türklere ait taşınmazlardır.
Yakında bu işlerin de kokusu çıkar! Ancak bizlere düşen de adanın girdiği bu mevcut konjonktür, siyasal ve ekonomik gelişmeleri göz önüne alarak, kendi seferberliğimiz içerisinde zamanında atmamız gereken adımları atmaktır.
Şimdiden çok iyi hazırlıklar içerisine girilerek, Türkiye’deki 24 Haziran seçimleri sonrasında, hareketlenmek ve bu topraklar üzerindeki yaklaşık 450 yıllık varlığımıza yaraşır icraatlar ortaya koymamız kaçınılmaz olacaktır.
Kim bilir, belki de ancak bu şekilde, Rum adadaşlarımızı, sonuç odaklı ve ucu kapalı bir görüşmeler sürecine ikna edebileceğiz nihayetinde. Ya da edemeyeceğiz!