Evvelki gün Limasol’un Arakapas köyünde çıkan yangın, gerçekten bütün bölgeyi cehenneme çevirdi.  Alevler, rüzgarın da etkisiyle, daha geniş alana sıçradı.  Cehennemden kurtulmak için yedi köy boşaltılmış.  Evler, arabalar ve araçlar cayır cayır yanmış.  Yazık!  Hem de çok yazık.

             Rum idaresi yangının söndürülmesi için  AB ve İsrail’den yardım istedi.  Bu arada KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar da insanlığını göstererek, Rum toplumu lideri Anastadiadis’i arayarak yardımcı olma talebinde bulundu. 

             Hani deriz ya...

            “Acılar evrenseldir” diye.

            Bu felaketin de dini imanı yoktur. O bağlamda komşunuzla ne kadar siyasi çatışmalarınız ve tezatlarınız olsa da, yardım elinizi uzatmak, bir insanlık görevinizdir.  Lakin Anastasiadis bu teklife “evet” demedi, “değerlendireceğiz” dedi.

            Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı bu insani davaranışından ötürü kutlamak isterim.

            İnsanlar savaş nedeniyle doğup büyüdükleri toprakları terketseler de, yine de içlerinde bir acı oluşuyor, böyle büyük bir yangında terkettikleri topraklarda doğanın ve evlerin yanıp kül olmasından.

            Gerçekten insanın içi acıyor böyle büyük yangınlarda ve felaketlerde.  Sadece Kıbrıs’ta değil, diğer ülkelerde de böyle afetler yaşanınca insanoğlu gayri ihtiyari üzülüyor ve çaresizliği yaşıyor.

            Şayet empati yaparsanız, gerçek anlamda yüreğinizde derin bir keder duyarsınız.  Diyelim ki bir yangında eviniz yandı kül oldu.  O an ne düşünürsünüz, maddi kayıptan başka?

            Elbette ki anılarınızı ve aile albümlerinizi, çoluk çocuğun çocukluk resimleri, düğün resimleri ve bir sürü anılarınızı düşünürsünüz.  Galiba en acı olan da budur.

            Belki evinizin bir yerinde yüklüce bir paranız da vardır...  Belki mücevherleriniz, tablolarınız, antik değeri olan diğer malınız mülkünüz...  Lakin aile resimleri herşeyin üstünde bir değer taşır.

            Geçen hafta yine bir yazı yazmıştım yine Baf’ta çıkan yangın için.  Hatta halimize şükretmiştik, Baf bölgesinin sınırlarımıza yakın olmadığı için.

            Sanırım güneydeki yangın, 1990’lı yıllarda Beşparmak dağlarında çıkan ve batıdan doğuya kadar uzanan sert rüzgarlarla meydana gelen yangına benzer. 

            Beşparmaklarda iki yangın hala anılarımdadır.  Bunlardan birisi, 1974 Mutlu Barış Harekatı’nda bulunduğum mevziden görülen Beşparmak dağlarının batısınıdaki yangın, diğeri de yukarıda sözünü ettiğim büyük yangın.

            Çocukluk anılarımda kalan diğer büyük yangın ise, İstiklâl gazetesi ve altıok sigaralarının sahibi politikacı ve sanayici rahmetlik Necati Özkan’ın tütün fabrikasında çıkan yangındı.

            Gerçekten hala o yangının etkisindeyim hala.  O günlerde bizler henüz ilkokul talebesiydik.  İkamet ettiğim ev surlar içindeydi.  Yangın haberi ve siyah dumanlar Lefkoşa’yı sarınca hemen yangını izlemek için oraya gitmiştik.  Yangının diğer köşesinde de, diş doktoru Adnan Hakkı Beyler’in köşkü vardı.  Bereket versin ki yangın etrafa sıçramadan söndürülmüştü.  Yangın söndürülmüş ama tütün tabrikası yanıp kül olmuştu.  Aylarca o yangın isinin kokusu ciğerlerimize doldu boşaldı.

            Güneydeki yangını çıkardığı iddia edilen 67 yaşında bir kişi tutuklanmış.  Gerçek anlamda bu adam suçluysa ve yangına sebebiyet vermişse, adalet huzurunda hüküm giymelidir.

            Sizce bir ağacın boy verip büyümesi kaç yıl alır?

            Sekiz on sene mi, yoksa otuz kırk sene mi?  Veya daha fazlası...

            Ağacı ekip büyütmek hayli zaman ister.  Nerdeyse hayatınızın bir kısmını ektiğiniz ağaca hasredersiniz.  Ağacı büyütmek ve yeşili beslemek hayli zordur da, o ağacı ve yeşili yok etmek çok kolaydır.

            Sadece bir kiprit çöpü...  Sadece bir sigara izmariti...  Sadece içilen bira şişelerinin kırık cam parçaları ve söndürülmeyen piknik ocakları...

            Bütün bunlar yangına vesile olan unsurlardır.

            Hani “Ağaçlar ayakta ölür” derler ya...

            Evet!  Ağaçlar ayakta ölür.  Yani çaresiz bir doğa harikası ağacın yangınla buluşması, o ağacın bütün gövdesi ile yanıp kül olması ve ayakta bir ölü ağaç kalması gibi...

            Boşuna söylememişler, “Ağaçlar ayakta ölür” diye...