Takıldığı da olur insanın.

Ne yazayım, ne yazmalıyım diye takılır.

Takılır bir rüzgârın, Beşparmak dağlarından denize denize esen bir rüzgârın peşine yazı da alır beni de yedeğine.

Uçarız.

Uçarız sessizliğin sesinde.

Sırası geldiğinde dinamitle patlatılıp ekonomiye katılacak dağ kayalarının sessiz sesidir peşi sıra gittiğim ya da kılavuzluk ettiğim seslerine sessizliklerinin.

Gözlerimin önünde…

Ben baktım onlar kesti Karaoğlanoğlu’nun limon bahçelerindeki binlerce ekşi, portakal turunç Yusuf ağaçlarını.

Başlarda ne yapıyorsunuz, yazık değil mi dedim.

Mal bizim sana ne dediler.

Bağırdım heyyy diye.

Özal derler bir adam vardı ‘İstanbul dünyanın en pahalı arsasıdır ‘ dedi…

Alkışladınız onu ve susturdunuz beni.

Memleketi arsa gören ve gösteren hepinizle nasıl başa çıkabilirdim ki.

Yendiniz sandınız beni. Ben şiire edebiyata sanata sığındım, siz arsa yaptınız doğup büyüdüğünüz evleri, sokakları, mahalle ve köyleri kasabaları şehirleri.

Sattınız.

Arsalarınızı alan. Arsalarınızla beraber hatta daha önce ruhunuzu aldı bedeninizden.

Siz yok hükümündesiniz artık, insan olarak bir hayatınız yok.

Ömür tüketiyorsunuz bir canlı türü olarak.

Zulmünüz arttı, sattıkça ve kazandıkça parayı.

Var mısınız…

Sorun aynanıza.

Bana sormayın.

Cevabım net açık.

YOKSUNUZ