İsmail BOZKURT

         “Bir Zamanlar Kıbrıs” dizisinin anlattığı dönemin canlı tanıklarından ve aktif  “katılımcı”larındanım. Daha ilk bölümünde söyleyeceğim ve eleştireceğim çok şey vardı ama birkaç bölümü izlemek daha doğru olur diye düşünmüştüm. Altıncı bölüm de yayınlandı ve “kıral çıplak!” Çıplaklığın giderilmesi yönünde iz de görünmüyor. Bu bakımdan düşündüklerimi paylaşmak istiyorum.

“Ruhsuzluk” ile ciddi kronolojik ve diğer sapmaları/hatalar bir yana, anlatılan toplumsal olaylar bu adada yaşandı ve yaşananlar belgelenebilir niteliktedir. Bu olaylarla ilgili görseller, belgeler, yazılmış anılar var. Abartılar yok değil ama abartı zaten genel olarak sanatın ve sinemanın doğasında vardır. Benim bunlara bir diyeceğim yoktur ama dizinin bana çok ters gelen yönlerini de paylaşmak istiyorum:

  1.  Dizide “ruh” yok! Hele Kıbrıs Türkü’nün “direniş ruhu” hiç yok! Son dönemlerde Kıbrıs Türkleri’nin “maneviyat” gücü olmadığı dile getirilir sık sık! Peki ama yeterli silahı, insan ve ekonomik gücü olmayan Kıbrıs Türkü, onca saldırı, kıyım, işkence, baskı, göç ve olumsuzluklara karşın on bir yıl nasıl ayakta kaldı? Direniş ruhunun verdiği manevi güç olmasaydı nasıl olurdu bu?
  2. Diziden, kişi olarak ben hiçbir enerji almadım, alamıyorum.
  3. Anlatılan sürecin ana aktörlerinin başında olan TMT’nin dizide neredeyse hiç olmamasının nedenini, gerekçesini, mantığını hiç anlamadım.   
  4. Özelde Lefkoşa, genelde tüm ada “düşmedi” ve Enosis gerçekleşmedi ise bunun nedeni, Kıbrıs Türk Halkı’nın, -elbette Anavatan Türkiye’nin desteği ile- TMT’nin önderliğinde, başta mücahidi kadını, erkeği, çocuğu, yaşlısı ile  verdiği “topyekün efsanevi direniş”tir. Diziye egemen olan “rambo” tipi kahramanlıklar değil! 
  5. Dr. Fazıl Küçük ile Rauf Denktaş,  tarihteki gerçek siyasal liderlik  karakterleri ile yansıtılmıyor ve dizi karakteri olarak çok “zayıf!”
  6. “Ankaralı” karakterinin, temsil ettiği ya da çağrıştırdığı TMT’nin “Bozkurt”u ya da “Bayraktar”ı ile hiç ilgisi yok.  “Bozkurt” ya da “Bayraktar,” rambo tipi kahraman değil, “kurmay”dı. Sinema sanatı ve reyting açısından belki “rambolar” kurgulanabilir ama bunlar Kıbrıs gerçeğindeki “Bozkurt” ya da “Bayraktar” olmamalıydı.
  7. Türkiye faktörü ve Ankara da,  tarihteki gerçek ağırlığı ile yansıtılmıyor ve dizide “zayıf” kalıyor.
  8. Dizi belgesel değil ama dönem dizisidir ve bu niteliğiyle tarihi gerçekleri tersine çevirme hakkı olamaz. Oysa dizi çoğu tarihi gerçekleri çarpıtıyor.

Sinema dili, sanatı ve tekniği diziyi rayına oturtma olanaklarını fazlasıyla vermektedir. Tabii ki niyet ve istek olursa! Onca eleştiriye karşın bugüne kadar bunu görmedik. Öyle bir niyet ve istek yoksa bu dizinin bir an önce final yapmasında sayısız yarar vardır. 

***

Dizide “ruh,” hele Kıbrıs Türkü’nün “direniş ruhu” olmadığı ile ilgili görüşüme biraz açıklık getirmek istiyorum. Tam da dizinin 21-25 Aralık 1963’i kapsayan o günlerdeki “ruh”u kendi tanıklığımla şöyle anlatıyorum:  “Mevzilerimiz kum ya da toprak torbalarıyla berkitilmeye başlanmış; kadınlar, çocuklar, silahı olmayan erkekler de seferber olmuş, ellerine geçen kovalar ve saksılarla bu berkitmeye katkıda bulunuyorlardı. Kimi kum ya da toprak (bulabilirlerse kum, bulamazlarsa toprak) taşıyor, kimi gelen kumu/toprağı torbalara yerleştiriyor, kimi dolan torbalarla mevzi yapılmasına yardım ediyor; kimileri de çay, çorba ya da başka yiyecek bir şeyler taşıyordu.

22 Aralık 1963 günüyle onu izleyen günlerdeki özveri, dayanışma, imece, toplumsal direniş bilinci, yiğitlik, yüreklilik, gözü peklik bugünkü gibi gözümün önündedir. Ateş çemberi içinde mermiler yakılır, ötede beride patlamalar olurken, kadın erkek, yaşlı genç, hatta çoluk çocuk ayrımı olmaksızın herkes bir şeyler yapma çabasında ve çırpınışı içindeydi.”

Anlattığım “dayanışmalı” silahlı direniş sürerken, evlerin içinde de direnişin başka bir muhteşem boyutu yaşanıyor, yaşlı, kadın ve çocuklar, o çocuklardan biri olan Yılmaz Sarper’ın şiirsel anlatımıyla, kendiliğinden nöbete duruyordu. Evlere taşlar yığmışlar, kazanlar dolusu su kaynatmışlardı. Düşman, mücahitleri aşarsa o taşları atacaklar, kaynar suları başlarına dökeceklerdi.

Yılmaz Sarper, kendi tanıklığı ile çocukların direnişe katkısını, güzel şiirsel anlatımıyla şöyle dile getirir:

“Siper kazarken minicik ellerimizle,/ Mevzilere kum torbası doldururken,/ Ve tırnaklarımızın arası kara toprakla dolup kapkara olurken,/ Urum kurşunuyla vurulmadan okula varabilmek için/ Hangi yoldan gideceğimizi öğrenirken,/ Yaralılara pansuman yapılsın diye/ Şiltelerin pamuklarını sökerken,/ Evdeki son erzağı pişirip/ Çetinkaya Burcu’ndaki Mücahit’e yetiştirirken, /Abluka altında,/ Nümayişlerde,/ “Süt isteriz” diye bağırırken,/ Mermi çekirdeklerini söküp hurmalardan,/ Verane’de toplanıp “Gurşununa” oyunlar oynarken,/Ve / Lidra Palas’tan başlayınca “daramalı;”/ Evlerimize sığınırken,/ Parasız ve pulsuzken,/ Hiç oyuncağımız yokken,/ “Raşon” almak için sıra beklerken,/ Parazitli radyomuzdan haber beklerken,/ Ve aslında,/ Ortada hiçbir umutlu haber yokken,/ Biz ne kadar mutluyduk!/ Ne kadar mutlu,/ Ne kadar mutluyduk…/ Biz,/ Ne kadar güzeldik…”

         Bana dizide buna benzer bir “ruh,” bir “direniş ruhu” gördüğünü söyleyebilecek biri var mı?

   .