GEZİ NOTLARI-12

Merhaba sevgili Vatan okuyucuları. Hepinize iyi bir hafta dileyerek gezi notlarımıza onbirinci haftada  kaldığımız  yerden devam ediyoruz.  .

 3 ŞERİTLİ YOLDAKİ KAZI BİR GÜNDE BİTTİ. 
Viyanada yapacak işim azdı.  Uçak ertesi gün Ö.S.  kalkacaktı. Şehri görmek, programımda olan bir fabrikayı ziyaret etmek  ve alışveriş yapmak için birbuçuk günüm vardı. Kahvaltıyı yapıp otelden çıktım, Viener Neustadt’ta bir ana cadde üzerindeydim.  Tam hatırlamıyorum ama en azından 3 gidiş 3 dönüş olmak üzere 6 şeritli bir caddeydi. Yolun bir tarafında sanırım yaya alt geçidi yapmak için kazı başlatılmıştı. Araçlar ara sokaklara yönlendiriliyordu. Onbeş yirmi dakika kadar dükkanlara bakarak ilerledim. Amacım, çocuklara ilgilerini çekecek bir hediye almaktı. Dükkanların birinde o günlerde çocukların çok sevdiği bir hayal kahramanı olan HEMAN miki filmindeki kahramanın modelinin satıldığını görünce hemen içeri   girdim.  Oyuncağı inceledim. Pille çalışan bu oyuncak, filmdeki şarkıyı Almanca olarak söylüyordu. Kutuda Heman karakteriyle birlikte   rakibinin de modeli bulunuyordu. Fiyatı da uygundu. Hemen alıp otele dönmek amacıyla elimi arka cebime attım. Atmamla birlikte de müthiş bir boşluğa düşmüş gibi oldum. Cebim boştu. Cüzdan yoktu. Ya otelden çıkarken almayı unutmuştum, ya da yolda düşürmüştüm veya birisi aşırmıştı. Ensemden aşağıya doğru soğuk terlerin boşalmaya başladığını hisediyordum. Hayatımda ilk defa böyle bir olumsuzlukla karşı karşıya gelmiştim. Hızla dükkandan çıkıp neredeyse koşar adımlarla otele doğru yürümeye başladım. Bir taraftan hızla ilerliyor, diğer taraftan da kafamda binbir türlü senaryo kuruyordum.  Cüzdan otelde kaldıysa, odayı temizleyecek olan kat görevlisi, onu bulduğu taktirde  cebine mi atardı , odada bırakır mıydı, yoksa resepsiyona mı verirdi. Eğer cüzdanı bulamazsam ne yapacaktım. Eve telefon edip para istesem kaç günde gelirdi. O süre içinde ne yapacaktım?
Bunun gibi yüzlerce düşünce kafamın içinde ışık hızında dönüp duruyordu. Fazla dindar değilim ama , içimden bildiğim bütün duaları okuyarak  sağıma –soluma bakmadan bir robot gibi, kalbim gümbür gümbür atar vaziyette  hızla ilerliyordum. Heyecandan dilim damağım neredeyse kurumuştu.
Giderken yirmi dakikada aldığım yolu on dakika olmadan katetmiştim. Hızla odama çıktım. Kapıyı açıp odaya daldım. Yatak düzeltilmişti. Demek ki kat görevlisi gelmiş odayı temizlemişti. Yatağın üzerinde cüzdan yoktu. Son bir gayretle iki adımda odayı arşınlayıp yatağın yanına geldim. Yastığı kaldırdım. Bir anda çok kötü bir rüyadan uyanmıştım. Korkunç bir işkenceden sonra serbest kalan bir kişi gibi bir anda müthiş bir rahatlama hissetmiştim. Cüzdan, yastığın altındaydı. Hemen yatağa uzandım. Cüzdanı alıp içine baktım. Paralar olduğu gibi içindeydi. Birkaç dakika kımıldamadan yatakta bekledim, sonra  yavaş yavaş doğruldum, otelden çıkıp Heman oyuncağını  gördüğüm dükkana gittim. Alışverişi yapıp otele döndüm. Hava güzeldi, biraz da Viyanayı dolaşayım diyerek tekrar dışarı çıktım. Tarihi Viyana epey uzaktaydı. Taksi pahalı gelecekti, bir otobüs durağında beklemeye başladım. Etrafta bilet alacak bir yer görünmüyordu. Bileti herhalde otobüste satarlar diyerek ilk gelen otobüse atladım. Biletçi falan görünmüyordu. Yapacak bişey yok diyerek etrafı seyretmeye başladım. Hayatımda ilk defa bedava yolculuk yapıyordum. Onbeş yirmi dakika gittikten sonra tarihi Viyana kentine varmıştık. Eski binalar, koskoca meydanlar, yol kenarına yerleştirilmiş şahane heykeller, kiliseler… Bu müthiş güzelliğin seyrine doyum yoktu ama, her an bir kontrol memuru tarafından yakalanma olasılığı vardı. Kalabalık bir meydanda otobüsten indim. Etrafı dolaşarak biraz vakit geçirdim.  otobüsle otele döndüm. Bu sefer, kalabalık bir durağın yanından bilet almayı ihmal etmemiştim. Otelin yanında otobüsten indim. Sabahleyin 3 şeritli yolda başlattıkları kazıyı tamamlamışlar, betonu dökmüşler, geçidin inşaatını tamamlamışlardı. Yolu trafiğe açmadılar ama, ekskavatörü bile çalışma alanından götürmüşlerdi. Çok organize bir şekilde çalıştıkları belliydi. Bu işlerde planlı ve deneyimli olduklarını bir günlük çalışmalarından anlamıştım. Bu geziden 25-30 yıl sonra Haspolattaki bölünmüş yola alt geçit yapma çalışmalarına baktığım zaman, bu çalışmanın aylarca sürdüğünü ve bir kişinin canına mal olduğunu hatırlıyorum. 
Akşam olunca hem kenti  biraz daha gezmek hem de akşam yemeği için dışarı çıktım. Kent çok temizdi.  Binalar güzel, şehir ışıl ışıldı. Buz pateni yapılan bir binada kalablık bir grup paten yapıyordu. Restoranta benzeyen bir bina görünce acıktığımı hissettim. Içeri girip karnımı doyurdum. Ben çıkarken restoranta  siyah giysili, kürklü bir kadın giriyordu. Kucağında kedi büyüklüğünde bembeyaz bir köpek vardı. İnsanlarla köpeklerin birlikte restoranta girdiklerine ilk defa şahit olmuştum.
Ertesi gün  sabahleyin birkaç saat boş vaktim vardı. Yakındaki bir fabrikada inceleme yapmak için önceden randevu almıştım. Gidip fabrikayı ziyaret ettim. Makina imal eden bir fabrikaydı. Kablo veya çelik halat imal etmek için makina üretiyorlardı.
Uçağa yetişebilmek  için  öğlen olmadan otelden ayrılmalıydım. Bir gün önce sıcak bir bahar havası varken şimdi hava son derece soğumuştu. Soakaktaki termometreler öğle saatinde 11 dereceyi gösteriyordu. Fabrika ziyaretini fazla uzatmadan , kataloglarını alarak  otele döndüm. Valizimi ve bond çantasını alarak bir taksiyle  tren istasyonuna gittim. Döküm parçaları  almak için kiraladığım dolaba gittim. Kapağı açtım,  hiç beklemediğim bir sürpriz beni bekliyordu. Dolap boştu. (DEVAMI HAFTAYA)

HASPOLAT KÖYÜNDE BİR GEZİNTİ
Değerli okurlar. Bu hafta Kuzey Kıbrısta bir gezintiye çıkmak yerine sizleri Haspolatta bir gezi yapmaya davet ediyorum. Herzaman ülke gündeminde ön sıralarda bulunan köyümüz, geçtğimiz hafta yaşanan sel felaketi nedeniyle yine ön sıraya oturdu. Sel felaketinde yaşananları anlatırken bunun bir sürpriz olmadığını daha iyi açıklayabilmek için bundan 10 yıl öncesine dönüp bir bakmakta yarar vardır.
2009 / 2010 kış sezonunda da çok şiddetli yağışlar olmuştu. O dönemde Lefkoşa – Mağusa yolunda şimdiki gibi New Jersey tipi bariyerler yoktu ve yol ile yolun kuzeyindeki işyerlerinden bazıları  sular altında kalmıştı. 
Yağışlar o kadar çoktu ki, seller Kanlıdere üzerindeki çelik tren köprüsünü üç parça etmiş, parçalarını 100 metre kadar sürüklemişti.Aylarca köprüsüz kaldık.
Hiçbir siyasi makam ilgilenmedi. Ne karayolları, ne ulaştırma bakanlığı, ne de başka bir makam. Sadece  Sonradan çok kötü bir duruma düşecek olan Lefkoşa Belediye Başkanı Cemal Bulutoğulları ilgilendi. Kanlıderenin üzerine yeni bir betonarme köprü yaptırdı. Eğer bu köprü o zaman değil de şimdi yıkılsaydı, bu güzergahta muhtemelen 50 yıl ulaşım duracaktı. Yani belediyenin bugünkü finansal durumu o kadar kötü. Başkan durumu kurtarmak, personeli ödeyebilmek için canı gönülden, canını dişine takmış çalışıyor. Akla hayale gelmedik finansman kaynakları yaratmaya çalışıyor. Ama çalışanların içinde maalesef işi hiç ciddiye almayanların bulunduğunu görmek  iç açıcı bir durum değildir. Bu durum, son zamanlarda ortaya çıkan bir durum değildir. 20 -30 seneden beri edinilmiş bir alışkanlıktır. Hazır yeri gelmişken, kendi yaşadıklarımızın bir kısmını burada okurlarla paylaşarak   toplup olarak nerelerde olduğumuzu bir kez daha hatırlayalım dedim.
Bundan 15 yıl kadar önceydi. Tüm köylerin belediyelere bağlanması çalışmaları yapılıyordu. İçişleri bakanı Özkan Murattı.”Lefkoşada ne varsa, köylerde de o olacak” sloganını ortaya atmıştı.  Seçimlerinden hemen önce köyde müthiş bir faaliyet vardı. Köyün ana caddesi olan şimdiki adıyla Barış caddesinde banketlere beton dökülüyor, yol kenarındaki toprak arklar betona çevriliyor, kırsal kesim arsalarının yollarına  asfalt dökülüyordu. Evimizin kuzey tarafında kırsal kesim arsalarına inşaatlar yeni başlamıştı. Yolları yoktu. Parselleri bağlayan toprak yollar yükseltildi, asfalt yapıldı.  Asfaltı yapan firma, bahçemizin etrafındaki telleri taşıyan  direklerden en uçtaki direkleri devirdi, yolu bitirdi gitti. Bahçe korumasız kalmıştı. Avluda Rum zamanından kalma  kocaman buri taşları vardı. Binbir zorlukla onlardan birkaç tanesini yuvarlayıp oraya götürdüm. Sökülen tellerin olduğu yere üstüste dizip bahçeyi koruma altına aldım.
Asfaltın yapıldığı günden itibaren, evimizin kuzey  tarafında her kuvvetli yağmurda sular birikmeye, gölet oluşmaya başladı. Çünkü hiç köprü yapılmamıştı. Su biriken başka yerler de vardı. Beton dökülmeyen banketler çukurda kalmıştı. Birkaç sene sonra başka bir müteahhite bu çukurları yükseltme işi ihale edildi. Müteahhit geldi, ekipmanlarını getirdi. Bir kepçeyi, treylere bindirip getirmişti. Kepçeyi  treylerden indirebilmek için yüksek bir zemine ihtiyacı vardı. Daha önce sökülen tellerin yerine dizdiğim sarıtaşları alıp kamyonun yanına yerleştirdi, kepçeyi indirdi, bu arada taşlar toz haline gelmişti. Bizim bahçe de gene korumasız kalmıştı. Müteahhit  her tarafa stabilize malzeme dökerek kırsal kesim yolunun batısındaki arkları doldurdu. Buradan bizim evin güneyine su akıtan köprünün girişini de tamamen kapattı. Artık buraya su gelmesi de, su gitmesi de mümkün değildi. 
Bahçeyi koruma altına almak için yeni direkler aldım, bahçe teli aldım. Hazır beton siparişi verdim, usta getirdim, parasını ödeyip bahçenin eksik tellerini tamamladım. Bu arada evimizin güneyindeki köprünün ucundaki boş tarlalara komşular ağaç ekmiş, tellemiş, suyun önü kesilmişti. Artık her yağmurda, bahçemizin güneyi de, kuzeyi de göl oluyordu. İtfaiye, sivil savunma, polis, belediye…Her yağmurda gelip köprüde inceleme yapıyor, benim yaptırdığım kaldırımın altındaki büzlerin yetersizliğinden bahsedip gidiyordu. Halbuki köprünün önünün açılması gerekiyordu. Kimse ondan bahsetmiyordu.
Bu seneki şiddetli ve uzun süreli yağmurlar her yeri olumsuz etkledi. Lefkoşa - Mağusa yolundaki  New jersey tipi bariyerler durumu daha da kötüleştirdi . Haspolattaki izinsiz, plansız, altyapısız yapılaşma da felaketi kamçıladı. Belediye ekipleri yetersiz kaldılar. köprünün alt tarafındaki  illegal döşenmiş  telleri söktüler, zemini biraz kazıp su seviyesinin düşmesini sağladılar. Bu çalışmalar, köprü  apılmadan asfalt yapılan yolun diğer tarafındaki suyu boşaltmaya yetmedi. Bizim bahçe su dolmuştu. Bana, “duvarda bir delik açalım da su boşalsın” dediler.  Becerebileceklerinden emin olmadığım için pek taraftar değildim ama sırf çalışmalarına destek olsun diye peki dedim. Aslında benim su bakımından bir problemim yoktu ama gelen sular pis su olduğu için bahçede birikmesini de istemiyordum.
Benim evde olmadığım bir zaman geldiler, dozeri dayayıp telleri taşıyan beton setlerin  birbuçuk metrelik bir kısmını güney taraftan  darmadağın edip kendilerince suyun akışını sağladılar. Ancak bahçenin kuzey tarafındaki  beton setler, su gelişini engelliyordu. Hazır gelmişken, bunu da kıralım deyip tellerin yaklaşık 3 metrelilk kısmını da bomba düşmüş gibi tahrip ederek gittiler. 
Bahçede köpeğimiz vardır. Teller olmayınca kendisini tutamıyoruz. Ayrıca dışarıdan içeriye  hayvan girişlerini de engellemek mümkün değildir. Aradan iki ay geçtiği halde duvarı yıkanlardan hiçbir ses çıkmayınca, 3 inçlik bir açıklık kalacak şekilde güney taraftaki seti durup kendim tamir ettim. Kuzey taraftaki deliğe de eski bir kapı pancuru bulup yerleştirdim.  Bu şekilde su girebiliyor ama köpek dışarı çıkamıyordu.  Bir aylık süreye rağmen, kuzey tarafta biriken su bitmiyor, aksine çoğalıyordu. Yabani otların boyu 3 metreyi geçmişti. Biraz inceleyince, burada bulunan içme suyu borusunun patlak olduğunu gördük. Halbuki bu borunun patlak olduğunu  altı ay önce  belediyeye bildirmiştik. Onlar da gelmişler, çalışmışlar, sonrada tamamdır deyip gitmişlerdi. Altı Aydan beridir bu patlaktan içme suyu akıyor, yağmur sularıyla birleşerek bizim bahçeye geçiyordu Güney taraftaki kanala ise, 100 metre kadar doğuda bir kanal kazılmış ve taşan lağım suları buraya akıtılıyordu. 

BAŞKAN DİĞER BELEDİYELERDEN TAKVİYE GETİRİYOR, ÇALIŞANLAR HALKA AMBARGO UYGULUYOR.
Bu minval üzerine günler geçerken, 28 Mart 2019 da müthiş yağmur geldi, her taraf  sulara gömüldü. Belediye ekipleri yine geldi. Bilinçsizce dozerlerle bahçelerin  duvarlarına, kaldırımlara, yeraltındaki büzlere saldırdılar. 100 inç hacmindeki suyla başa çıkabilmek için 4 inçlik vidanjörlerden medet umdular. . Belediye çalışanlarından bir ekip,yıktıkları duvarı tamir ettiğimiz için,  kendilerine suyla nasıl mücadele edeceklerini söylediğimiz için bize kızmıştı. İçlerinden biri hakaret etti, tehditler yağdırdı,iftira attı. 
Başkan Mehmet Harmancı, tek başlarına bu felaketin  üstesinden gelemiyeceğini anlamış olacak ki, diğer belediyelerden takviye istedi. Birçok belediye vidanjör gönderdi.Hal böyle iken, bazı çalışanlar bazı kişilere boykot uyguluyordu. Herkesin evindeki, kuyularındaki sular vidanjörlerle çekilip götürülüyordu. Bu hizmetin verilmediği tek ev bizimdi.  Vidanjör şoförlerine talimat verilmişti.
“22 numaralı evin kuyusunu hiçbir vidanjör çekmeyecek” (HAFTAYA:  TALİMATI KİM, NİÇİN VERDİ)