15 Kasım, 1983’teki bağımsızlık ilanı, çok derin tepki ve yankılar uyandırmış olmasına rağmen Kıbrıslı Türklerin  bir hak arama protestodur. Tüm bu tepkilerden ve yankılardan,  yaşadığımız ve yaşatıldığımız zorluklardan, kandırılmalardan ve aldatılmalardan ders almasını bilmişsek ve bu adada ne olduğumuzu ve ne olabileceğimizi de öğrenmişsek, bu toplumsal çok büyük bir kazanımdır.
34 Yıl önce, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanı öncesinde en yoğun hazırlıkların yaşandığı günlerdi bugünler. Dünyaya  ilan edilecek devletin Bağımsızlık Bildirgesi ve Meclis Karar metinleri büyük bir gizlilik içinde hazırlanmış ve İngilizce tercümeleri ile birlikte 15 Kasım gününün sabahını  bekliyordu.
O günlerden bugüne baktığımız zaman Kıbrıs’ta ve Kıbrısla ilgili uluslararası platformlarda pek çok önemli olayın yaşanmış ve gerçekleşmiş olduğu hemen görülür.Ne Kıbrıs 1983’teki Kıbrıs, ne de dünya 1983’ün dünyası değildir. Nereden nereye geldik, bir halk olarak bir toplum olarak? Kıbrıs Türk davası açısından bunun özlü ama sağlıklı bir muhasebesini yapabilmek için KKTC’nin ilan edilmesine yol açan temel nedenin ne olduğuna bakmak ve değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. 
1975 tarihli Denktaş- Makarios 4 maddelik ilke anlaşmasından sonra,  1979 yılında iki toplum lideri olarak Denktaş ve Kyprianu 10 maddelik bir ilke antlaşmasına varırlar. Varırlar da, görüşme masasında hesapta, iki toplumlu iki kesimli, iki toplumun siyasi eşitliğe dayanan görüşmelerin yapıldığı vurgulanırken, Kıbrıslı Rum lider Kyprianu  Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı sıfatı ve rolüyle Rumların kontrölündeki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğinin tüm Kıbrıs’a yayılmasına yardımcı olunması için çağrıda bulunuyor  ve bu çağrılar BM Genel Kurulu kararlarında bile yansıtılıyordu.
Ancak bardağı taşıyan son damla Kyprianu’nun uluslararası kuruluşlara yazdığı mektuplarda Kıbrıslı Türk Toplumunu ‘non-entity’ olarak tanımlamasıydı. Rum liderliğinin bu zihniyeti, yani Kıbrıslı Türklerin eşitliği bir yana, toplumsal varlığını yok sayması, 1975 ve 1979 ilke anlaşmalarının da kökten ve temelden inkarı da demekti. 
1960 antlaşmaları ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasında açıkca var olan ancak 1963 yılından beri, devleti tek başına ve zorla ele geçirmiş Rum kanat tarafından çiğnenmekte olan  Kıbrıslı Türk haklarının,  bir türlü kabul ve teslim edilemeyişi zaten Kıbrıs sorunun en temel özüydü.
Ne ki 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı ile, her altı ayda bir gidip Konsey önünde ifade vermek kaydıyla da olsa,  Kıbrıs Cumhuriyeti’ni temsil etme yetkisi verilen Kıbrıslı Rum liderliği,sadece devletin değil adanın da tek başına sahibi olduğundan hareketle görüşmeler masasında başka, uluslararası alanda başka hareket ediyordu.
Açıkcası tüm bu siyasal maskaralıklar karşısında, Kıbrıs Türk liderliğinin ilgili dış ülkeler ve uluslararası kuruluşlar nezdindeki girişimleri ise maalesef gerekli etkiyi yapmıyordu yapamıyordu. Bu noktada Kıbrıslı Türklerin adada bir ‘non-entity’ olmadığını, uluslararası antlaşmalarla da tescil edilmiş siyasal eşit bir varlık olduğunu dünyaya en etkili bir şekilde duyurulması ve Kıbrıslı Türklerin en temel toplumsal haklarının çiğnenmesi karşılığında dünyanın gösterdiği aymazlığın da protesto edilmesi gerektiği kararına varılmıştı.
Bu protesto çığlığı , bağımsızlık bildirgesinde de açıkça yer bulan, ileride yapılacak  görüşmelerle varılacak bir federasyon alternatifini açık bırakarak, bağımsız bir devletin ilanıydı. 
Nitekim bu protesto çığlığından sonra BM Güvenlik Konseyi’nde de bir çeşit karşı protesto diye nitelendirilebilecek KKTC karşıtı bir takım kararlar ardı sıra geldi. Kuzey Kıbrıs’a uygulanan uygulanan ambargolar hem yaygınlaştırıldı hem de derinleştirildi. Özellikle süper güç diye bilinen BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi devletler, adanın kuzeyinde bağımsız bir Kıbrıslı Türk devletine şiddetle karşı çıktılar.
Avrupa Ekonomik Topluluğundan, Avrupa Topluluğu,  daha sonra da Avrupa Birliğine evrilen ve Komunist blokun yıkılmasıyla doğu Avrupa ülkeleriyleriyle daha da genişleme perspektifine ulaşan AB, 1990’ların başından sonra Kıbrıs dahil Türkiye ve Yunanistandaki gelişmeleri de etkilemeye başlar. Demokrasi, temel insan hakları ve serbest ekonomik girişimcilik ve rakabetçi  serbest pazar ilkeleri üzerinden hareket eden siyaset anlayışı  Kıbrıs ve Kıbrıs sorununa da doğrudan yansır. Ondan da ötesi Türkiye’de yükselişe geçen yeni siyaset anlayışına yeni perspektifler sunar.
1995 yılında T.C,  AB ile gümrük birliği’ne girmesi karşılığında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ne tam üyelik görüşmelerine başlamasına göz kırpar. 1999 Yılı Aralık ayında ise Başbakan Bülent Ecevit ta Helsinki’ye uçar, gecenin bir yarısında. Orda Türkiyeye AB ile üyelik görüşmelerine başlama tarihi verilir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliğinin Kıbrıs sorunu çözümlenmeden de gerçekleşebileceğinin işareti de yine Helsinki zirvesinde verilir. 
 2004 referandumlarında Kıbrıs’ta bir çözüm için Annan Planı ile yakalanan fırsat Rumların’OXI’ si yani hayır demeleriyle ortadan kalkar kalkmasına ancak referandumlar tarihinden tam bir hafta sonra, 1 Mayıs, 2004’de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliği resmen yürürlüğe girer. Sonrasında   Kıbrıs Türklerin ambargolarla yaşamaya devam ederler, ve amiyane bir tabirle ‘çözüm, federasyon AB üyeliği’ diyerek yaladığımız elma şekerinin  elimizde sadece sapı kalır, ansızın. 
 Yıllar süren görüşmelerden sonra, bir şekilde 11 Şubat, 2014 belgesinde uzlaşıldı uzlaşılmasına da, bu çerçevede sürdürülen görüşmeler bu defa Cranz Montana dağlarına çarpar. Meraklısı BM Genel sekreteri Guterres’in raporunu okuyabilir.  İki liderin yaptıkları açıklamalar da değişik açılardan manzaralar koyar ortaya. 
 Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Mustafa Akıncı 10 Kasım günü Anakara’da düzenlenen Atatürk’ü anma töreninde yapmiş olduğu konuşmada şunları da söyledi: ‘ Rum liderliğini ve toplumunun, Ocak ayından yapılacak başkanlık seçimleri sonucunda ZİHNİYET DÖNÜŞÜMÜNÜ BAŞARABİLEN yeni bir yaklaşımı geliştirebilmesini umut etmek isterim’.  Şimdilik sadece ahhhh bu ‘zihniyet dönüşümü’ diyorum..Ve ekliyorum 15 Kasım, 1983 ve KKTC işte bu zihniyetin protestosundan başka birşey değildir. Bu zihniyet devam ettiği sürece Kıbrıslı Türklerinin de bu protestosu kutlanarak devam edecektir.
Dünyaca tanınmış bir devlet olmasak da, demokratik seçimlerle Cumhurbaşkanımız olarak seçtiğimiz Sayın Mustafa Akıncı ile beraber, Atatürk’ün ‘yurt’ta barış, dünya’da barış’ ilkesi doğrultusunda yürümeye devam edeceğiz. Nasıl devam edeceğimizi yine kendisi söyledi:
‘Uzun uzadıya gidecek, verimsiz müzakereler yerine; sonuç odaklı, bütüncül yaklaşımlara açık, süresi belli yeni bir görüşme yöntemi üzerinde durmak gerekecektir.’
 Kıbrıs adasındaki  toplumsal ve bireysel haklarımıza,  hukukumuza inanırsak, kendimize güvenirsek,  sabrediriz,  ve sonunda da bu haklarımızı mutlaka alırız diyorum. Yeter ki yaşadığımız deneyimlerden ders alarak halk olarak akıllıca, aklın yollarından yürümeye devam edelim.