1974 yılından beridir kötü yönetiliyoruz.

İster Otonom Türk Yönetimi, ister Kıbrıs Türk Federe Devleti ve isterse KKTC olsun hiçbir dönemde iyi yönetilmedik.

Geçen bu süre içinde Devlet Adamı sıfatını hak eden, tam hakkı ile Başbakanlık makamını dolduran tek Başbakan Allah gani gani rahmet eylesin Mustafa Çağatay oldu. Özkan Yorgancıoğlu da ikinci sırayı alır. Gerisi sıralamaya girmez, giremez dersem yeridir.

Kötü yönetiliyoruz da, iyi yönetilmek için talebimiz olduğunu söylemek de bir hayli zordur. Her bir insanımız günlük sohbetlerinde, kendi aralarında iyi yönetim gerekliliğinden söz eder ve fakat iş bir siyasi ile konuşmaya, tartışmaya geldi mi, halkın çok büyük bir ekseriyeti sohbet ettiği siyasinin çok iyi olduğunu, onun ve partisin doğru yolda olduğunu, diğer partiler ve diğer bakanların yöneticilerin iyi olmadığını tekraren, biraz hatta birazdan fazla yağ da katarak araya söyleyiverir. Seçimde de ‘ gereğini / bekleneni ’ yapar

Her hangi bir partiye sempatizandan tutun da üyelik, militanlık hatta alkışçılık bayrakçılık, holiganlık bağı ile bağlı olanlara göre ancak ve yalnız kendi partisi ve yakını olduğu siyasi, bakan iyi yönetebilir, gerisi ya anavatan düşmanıdır, ya barış karşıtı.

Hal böyle olunca da, hiçbir parti ilk seçimlerden bu yana kendine çeki düzen verme gayretine ihtiyaç duymamış ve kemik, hatta betonarme haline gelmiştir.

Boşuna mı partililerin ‘ kemik oyumuz şu kadardır’ demeleri.

1976 seçimlerinde sağ ve sol oyların sandık yüzdeleri % 60 – 65 ile % 35 – 40 olarak seyretmektedir ve neredeyse % 2 oranında bir değişiklik bile göstermemiştir.

Sağcı olduklarını zan ve ilân eden partiler, sol bilinen partilerin ne yapıp edip sağcıların seçim kazanmasına neden olacaklarını, yol açacaklarını bildikleri, bundan emin oldukları için kendilerini halka, memlekete karşı revize etme ihtiyacını asla hissetmemişler ve solcu olduklarını ilân ve zanneden partiler de, bunca sorunu hal etmeye çalışmanın yüklü bir donanıma ihtiyaç duyacağından hareketle, sorunların çözümüne omuz vermek, katkı koymak ve hatta hükümet ya da hükümet olduklarında çözmek yerine sorunları sömürerek oy oranlarını kontrol etmeyi, kemik oylarını, zırhlarını korumayı konsolide etmeyi tercih etmişlerdir.

Sol diye bilinenler seçimi niye istemişti, erken seçim diye niye ayaklarını yere vura vura bağırıyordular, öyle can hıraş erken seçim diyorlardı ki, duyan da hükümete, hükümet ortaklığına hazır olduklarını var sayıyordu.

Sağ diye bilinenler niye erken seçimi kabul etmişti derseniz, biliyorlardı ki, hiçbir şey değişmeyecek ve yine kendileri hükümet sandalyelerine oturacaklardı.

Seçimi yaptık bitirdik.

Solun, Cumhurbaşkanı dolayısı ile de müzakereci de olduğu dönemde, Rum komşularımızın Cumhurbaşkanı ve müzakerecisi de AKEL Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas idi.

Tam beş yıl, Türkiye’nin de sorgusuz sualsiz desteği ile Kıbrıs Sorununu çözme görüşmeleri yoldaşça sürdürüldü ve sonuçta, Mehmet Ali Talât’ın neredeyse yalvarırcasına ısrarlarına rağmen, Hristofyas yoldaş bir ortak duyuru yayınlamaya da OXİ dedi, tıpkı Annan planı referandumunda dediği gibi.

Hal böyle iken Maraş’ı, federasyonu bahane ederek hükümet ortağı olmak sorumluluğundan kaçmak, yılların yanlış politikalarının devam ettiğinin kanıtıdır.

Şimdi ne mi olacak, çok şikayetçi oldukları seçim öncesi hükümetin, seçim sonrası hükümet olarak yapacağı icraatları şiddetle eleştirecekler ve bir sonraki seçim ne zaman olacaksa, aynı şeyler o seçim öncesinde ve sonrasında da olacak.

Misal : taşeron işçiliğe son verecek bir yasal düzenleme için bile hükümet ortağı olunabilirdi. Sorumluluk almamayı seçtiler, kendileri bilir. Sağ partilere sözüm yok mu. Evet yok, niye mi yok. Hep dersiniz ya onlar sermayenin patronların partileridir diye işte ondan yok.

Hepimize geçmiş olsun. Sağcılar yönetecek ve solcular da takır takır lafazanlık edecek