Artık hayatımıza “20 Temmmuz” kutlamaları girmişti.  Bundan tam 43 yıl önceydi...  Savaşla beraber değişen coğrafyamız ve göç hareketi, bir filme malzeme teşkil edecek kadar önemli bir malzemeydi diyebilirim.
Hatırlıyorum...  Elimiz tetikte, gözümüz düşmanda o savaşın korkunçluğunda hep o büyük göçü ve güneyde kalan zavallı kardeşlerimizi düşündüm.
Merhum Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın çıkarma harekatı ile ilgili o önemli ve tarihi konuşması, hepimizin gözlerini yaşartmıştı.  Ne demişti Denktaş?
“Sevgili kardeşlerim...  Türk askeri şu anda adanın dört bir tarafından çıkarma yapmaktadır.  Gazanız mübarek olsun...”
Tabii ki bu açıklama, Rumları çılgına çevirmişti.  Türk askerinin adanın dört bir tarafından çıkarma yapmasının söylenmesi, stratejik ve taktiksel açıdan iyi olmuştu.  Rahmetik Bülent Ecevit ise, durmaksızın radyodan Rumlara mesaj gönderiyordu.
“Bu harekat savaşmak için değil, adanın huzur ve güvenliği içindir.  Rumların yapılmış olan bu askeri operasyona karşı çıkmamasını dilerim.”
Tabii ki detaylandırılmış bir ifade değildir şu yazılanlar.  Ama özünde o düşünce vardı.
Herşeye rağmen Rumlar, Türk çıkarması karşısında çılgına dönmüşler ve silaha sarılmışlardı.  Tabii ki savaşta düşman kurşun sıktıkça, Türk askeri ve mücahitler de karşılık vererek kurşun sıkmıştı.  Ne oldu?  Hem Türklerden hem de Rumlardan pek çok insan ölmüştü o savaşta.  Şayet Kleridis’in anılarını okursanız, onun pişmanlıklarını ve yapmış oldukları hataları öğrenmiş olursunuz.
Birinci harekat sonrasında Rumlar güneyde kalan pek Türkü esir alarak stadyuma hapsetmişler ve esir kampında işkenceye tabi tutmuşlardı.  Bundan başka Taşkent’teki bütün erkekleri otobüslere doldurarak kurşuna dizmişlerdi.
İkinci Harekat sonrasında dağlardan ve gizli yollardan kuzeye geçiş başlamıştı.  Güneyde Rum tehditleri altında yaşamak zorunda kalan kardeşlerimizin çoğu İngiliz üslerine sığınırken, artık kuzeyle güney arasında özgürlük sınırı çekilmişti.  İkinci Harekat esnasında Rumların son katliamları Muratağa ve Sandallar’da olmuştu.  Ayrıca yollardan toplanan bazı Türkleri de öldürüp, cesetlerini meçhul bir yere gömmüşler, onların isimlerini kayıplar listesine yazdırmışlardır.  Hala daha toprak altından kemikler çıkıyor...
Hal böyle iken, güneyle kalan kardeşlerimizle yaptığımız telefon konuşmalarında bize ne diyorlardı bilir misiniz?
“Kuzeye özgür bölgeye geçelim, başka birşey istemeyiz.  Ne ev, ne mülk, ne de para...”
Lakin 1975’te yapılan Nüfus Mübadele Anlaşması ile güneydeki Türkler BM Barış Gücü araçları ile kuzeye, kuzeydeki Rumlar da güneye nakledilmişlerdi.
İşte harekat sonrasındaki egolarımız o zaman başlamıştı.  Harekatın hemen sonrasında oluşturulan İskan Dairesi, Rumlardan boşalan evleri, güneyden gelen kardeşlerimize dağıtılmaya başlamıştı.  O dağıtım belli kurallar içinde yapılmıştı.  Kolay mıydı binlerce insanı bir dam altına sokmak. Okullar, büyük depolar göçmenlerle dolmuş ve  göçmenler sırası geldikçe yerleşim progaramına dahil edilmişti.
İşte o yoğun dağıtım esnasında “Kuzeye geçelim, birşey istemeyiz” diyen insanların nasıl aslan kesildiklerini gördük.  Egoları gerçekten insanın içine acı veren bir şeydi.  Sadece acı değildi yürekleri dolduran.  O doymak bilmeyen ve istedikçe isteyen insanların traji komik durumlarıydı insanı düşüncelere salan.
Sonra düşünmüştük...
“Helal olsun şu gavurun malları...  Yıllarca acılar ve yokluklar içinde yaşayan Türklerin hakkıydı Rumların bıraktığı bütün servet.”
O iskan uygulamasında bir dağıtım sıralaması vardı. Birinci sırada Şehit ve kayıp aileleri, ikinci sırada 1974 göçmenleri, üçüncü sırada 1963 ve öncesi göçmenleri, Türk barış harekatına katılan TC’li gaziler, sonra TC siviller ve iktisaden güçlendirilecekler vardı.
Tabii ki Türkiye’den Tarım İşgücü statüsünde vapurlarla Anadolu’nun çeşitli yerlerinden getirilip toplu halde köylere ve Maraş’a yerleştirilen kuzey geçmenleri ayrı.
Harun’un hazinesine düşmüş bu toplum bu kadar ganimeti ne kadar zamanda tüketecekti?  Hayli zordu elbette.  Sanki bir kazan pilavı iki yaşında bir çocuğun önüne koyup da “Bu pilavı bitir evladım” demeye benzerdi.
Zaman zaman o dağıtımın ne kadar zor şartlar altında gerçekleştirildiğini şöyle kafamdan geçirirken, “Şu iskan memurlarının heykelleri dikilmelidir” diyesim gelir.  Hasbelkader ben de o zincirin bir halkası oldum memuriyet hayatımda.  O nedenle gerçekleri kendi gözlemlerimle anlatıyorum.
Mesela güney göçmenlerine Lapta ve yöresine yerleşmeyi önerdiğimizde, bize şöyle derlerdi:
“Orada ne yapacağız?  Orası bulgur gibi asker kaynıyor.  Bizim oraya yerleşmemiz mümkün değil.”
Gerçekten oralarda savaşın izleri vardı.  Hala etraf ceset kokuları ile doluydu. Onları ikna etmek için şöyle öneriler yapardık:
“Sana şahane bir villa, etrafında da dönümlerce narenciye bahçesi vereceğiz, bu zor günleri göze alırsanız siz kazanacaksınız.”
Bu önerilerimizi reddedenler yıllar sonra bize ne dediler bilir misiniz?
“Keşke sizi dinlesek ve dönümlerce narenciye bahçesini alsaydık.  Çünkü o narenciye bahçeleri ve bütün araziler turistik tesislerle doldu.”
İşte savaş öylesine birşeydir. Kimisini güldürür, kimisini acıtır, kimisini de üzer.
Yani 20 Temmuz’un bir de sonrası vardı anlayacağınız...
O 20 Temmuz Harekatının gerçek ismi bana göre, “Özgürlük Harekatı” olmalıdır.  Ne güzel kuzeyde bir devlet sahibi olmak ve kendi bayrağını nazlı nazlı dalgalandırmak...
İşte onun için değil mi ki kuzeydeki huzurumuzun Rumlarla olası bir anlaşma sonrasında bozulma endişemiz.
Anlaşmaymış, birleşik Kıbrıs’mış, AB imiş, müşterek gelecek aramakmış...
Haydi canım siz de...  Biz özgürlüğü 20 Temmuzla tattık ve o günden beri gerçek huzuru ve gerçek güvenliği gördük.
Yani harekat sonrası hayatımız...