Merhaba sevgili Vatan okuyucuları. Hepinize iyi bir hafta dileyerek    ondokuzuncu  haftada  kaldığımız  yerden devam ediyoruz.     

OKYANUS AŞIRI BİR YOLCULUK

2007 yılının başlarında UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumların çevresel olaylara yaklaşımını geliştirmek, iki halkın çevre bilincini ilerletmek ve iki tarafta da çevresel aktiviteler yapmak üzere ortak bir çevre örgütünün kurulması için çaba harcamış ve her iki taraftan 7-8  kişinin katılımıyla  bir çevre örgütü kurulmuştu. Örgütte Mühendisler, gazeteciler, çevreciler gibi çeşitli mesleklerden aktivistler vardı. Bu örgütün kurucularının  deneyimlerini arttırmak için New York’a, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yürütülecek olan Küresel Isınma ve İklim Değişikliği  tartışmalarına katılması kararlaştırılmıştı. Amaç, bu gibi gönüllü ve örgütsel çalışmaların BM’ de nasıl yürütüldüğünü görmek, lobicilik faaliyetlerini tanımak, dünyanın çeşitli yerlerinden gelecek olan örgüt temsilcileriyle tanışıp  ilerisi için işbirliği olanaklarını araştırmak gibi konulardı. Bu amaçla UNDP tarafından, BM çalışmalarına daha önce katılmış yabancı bir de uzman getirtilmişti. Ben de bu çevreci derneğin türk üyeleri arasındaydım. Hepimiz  ara bölgedeki UNDP merkezinde (Terk edilmş eski Lefkoşa Havaalanı) toplandık. Yabancı uzman diğer örgütlerle nasıl temas kurabileceğimizi,  bu gibi çalışmaların BM biansında nasıl yürüdüğünü anlattı, BM binasını bize tanıttı. En fazla üzerinde durduğu  nokta, BM sarayındaki Viena Café idi. Burası, binanın içinde sigara içilebilecek tek yerdi.
BM çalışmalarının başlangıcından bir gün önce NewYorkta buluşacak şekilde anlaştık. Herkes  seyahat palnını kendisi yapacaktı.
Ben ve gruptan birkaç arkadaş daha İstanbuldan THY ile Newyorka  yola çıktık. Uçağa girişte, hiç beklemediğimiz kadar sıkı bir kontrol uygulandı. 12 Eylülde Newyorktaki ikiz kulelerin yıkılmasıyla sona eren terör nedeniyle iş sıkı tutuluyordu. Ceplerimizi boşalttık, kemerler hatta ayakkabılar bile çıkarılıp lazerden geçirildi. On saatlik bir yolculuktan sonra Newyorka vardık. JFK havaalanındaki yoğun trafik nedeniyle  uçak havada epey dolandıktan sonra iniş yaptı.  Oradan bir taksi tutup otele vardığımızda saat akşamın yedisini geçmişti. Evlerine telefon edip otele vardığını söylemek isteyenler ertesi günü bekleyecekti. Çünkü o sıralarda bizde saat sabahın ikisini geçmişti.
Otelimiz  YMCA oteliydi. Açılımı
Young Men's Christian Association demektir. Dünya çapında 58 milyon üyesi bulunan ve 125 ulusal derneğin birleşmesi sonucu ortaya çıkan dünya çapında bir örgüttür 6 Haziran 1844’te Londrada kurulmuş olan dini bir örgüttür.
Kalabalık olduğumuz için hepimize aynı otelde yer bulunanamıştı. Tüm ekip, otele varışımızdan bir saat kadar sonra  bir yerde buluştuk ve akşam yemeği için bir restorant aramaya koyulduk. Kalabalık olduğumuz  ve rezervasyon yapmadığımız için bayağı sıkıntı yaşadık.  Mecburen  basit bir şeyler atıştırabileceğimiz bar türü yerlere dağıldık, ertesi gün  BM sarayı önünde buluşmak üzere anlaşıp otellerimize döndük.
Otel de BM sarayı gibi Manhattan bölgesindeydi ve otelden BM sarayına yürümek en fazla on dakika alıyordu. Manhattan dediğimiz ada, birbirine parallel caddelerle bunlara dik olarak yer alan sokaklardan oluşur. Tek yön sistemi uygulandığından trafik  kolay kolay sıkışmaz. Sokak numarası ve cadde numarası verilen adresler de kolay bulunur.

KUŞBAŞI MI, TAVŞANBAŞI MI?

Ertesi gün sabah bir otelde resepsiyon verildi ve program anlatıldı, konuyla ilgili olarak çıkarılan bir bülten için bir sürü resim çekildi. Çıkan bültende tesadüfen benim resmim de yer almıştı.  Toplu olarak  yemek yememiz sorun olacağından herkesin farklı lokantalarda yemek ihtiyasını gidermesi kararlaştırıldı. Biz bir gece önce dolaşırken bir Türk lokantası görmüştük. Bildiğimiz yiyecekleri yiyelim diyerek Türk lokantasına gittik. Menü istedik, en tanıdık yemek olan  kuşbaşı et- şiş kebabını sipariş ettik.,
Birz sonra kebaplar geldiğinde sükutu hayale uğramıştık.  Kebap parçaları çok iriydi. Çaresiz yemeğe başladık ama garsona  İstanbuldan geldiğimiz, mümkünse patronal görüşmek istediğimizi söyledik.
Biraz sonra patron geldi. Biraz sohbetten sonra kendisine “Usta bunlar nasıl kuşbaşı. Tavşan başından daha büyük.  Siz İstanbulda kebapları böyle mi yapardınız?” diye sordum. Patron, “Abi, bu restoranı açtıktan sonra epey zaman Türk usulü kuşbaşı etten kebap yaptım. Beğenmediler. Neredeyse iflas edecektim. Son çare olarak bu iri parçalı kebapları servis etmeye başladım. Beğenildi. Allaha şükür  şimdi durum iyi.” Deyince durum anlaşıldı.
Bir sonraki gün BM sarayının önünde toplanmak üzere herkes oteline döndü.  Sabahleyin otelden BM sarayına yürüyerek gittik.  Şehir bizim için ilginç gelmişti. Sabahleyin işe gitmek için sokakta yürüyenlerin birçoğunun elinde çay, kahve vardı. Zamandan kazanmak için yolda yürürken çay/kahve içiyorlardı. Kahvaltıyı bile yürürken yapanlar vardı. Herkes bir telaş, bir koşuşturma içindeydi. Bugünkü durumuuza bakacak olursak, onları yakalamakta büyük bir mesafe katettiğimizi görüyorum. Biz de artık Newyorklular gibi müthiş bir zaman sıkıntısı içindeyiz.

FERMUARI İNDİRMEYE GEREK YOK

BM Sarayına geldiğimizde, sarayın tam karşısındaki binada Türk Merkezi diye bir yazı vardı ve en üst katında Türk bayrağı  asılıydı.  100’den fazla ülke arasından Türkiyenin böyle bir noktada ofis açması, stratejik açıdan çok önemliydi.
BM sarayına girişte çok sıkı bir kontrol vardı. Amerikalılar birkaç sene önce yaşadıkları terör saldırısından çok etkilenmişler, çok sıkı önlemler alıyordu. Parkta, alışveriş merkezlerinde, sokaklarda, her yerde  korku ve tedirginlik vardı. Kalabalık bir mekanda elinizdeki çantayı bırakıp biraz ilerisine outrun. Bir süre sonra oradan geçenler gelip size sormaya başlar “Bu çanta sizin mi?” Halk çok iyi eğitilmiş ve başka bir terör saldırı yaşanmaması için uyanık durumda.
Üzerinde resmimizin ve ismimizin yazılı bulunduğu bir kimlik verdiler. Onu boynumuza asmadan içeri giremiyorduk. Kapıda, uçağa giriyormuşuz gibi çantalar lasere veriliyor, kemerlere, saatlere hatta gözlüklere kadar tüm metal aksamlar ve takılar çıkarılıp insanlar cihazla kontrol edildikten sonra içeriye bırakılıyor. Orada olduğumuz bir haftalık süre içinde artık alışkanlık olmuş, içeri girerken kemerleri çıkarıyorduk. Bir gün içeri girecek olan bir delege, kemeri çıkardıktan sonra dalgınlıla fermuarını da indirince güvenlik görevlisi gülerek müdahale etti: “Oppsss. Daha ona başlamadık. Iç çamaşırları kontrol edilmiyor. Fermuarı indirmeye gerek yok”
İçeri girer girmez Viena Cafeye gidip birer kahve içtikten sonra konferans salonuna gidip konuşmaları dinlemeye başladık.
Öğle yemeğini BM sarayında alıyorduk. Kasada oturan kız, verdiğimiz dolarların sahte olup olmadığını kontrol ediyordu. Banknotların çok yeni olması ilgisini çekmiş olacak ki, espri olsun diye “Bu dolarlar  dün akşam evde bastıklarınızdan galiba!” deyince “Yok, bunlar dün akşam bastıklarımızdan değil, bir önceki akşam bastıklarımızdandır” diye cevap verince gülmeye başladı. BM sarayında Viena café yanında, havaalanlarında oldupu gibi çeşitli ülkelere ait otantik ürünler satılıyordu. Bizimle ilgilenen BM görevlisine: “Birçok ülkeye ait hediyelikler burada satılıyor ama Kıbrısa özgü bişey yok. Hazır buraya kadar gelmişken, kendi ülkemizin ürünlerinin de burada satılması için girişim yapalım. Kiminle görüşmemiz lazım? diye sordum. Görevli bize, BM binasının çok eski bir bina olduğunu, birkaç seneye kadar yeni bir bina yapılacağını ve BM merkezinin bu yeni binaya taşınacağını söyledi. “Yeni bina açılsın, o zaman bu konuyu gündeme getirirsiniz” deyip geçiştirdi. Aradan 10 yıldan fazla zaman geçti, yeni binanın yapıldığını duymadım.
Çalışmalar boyunca sunumlar, sergi, poster ve afişler ve daha birçok etkinlikler yer aldı. Hem bu etkinlikleri izlemek hem de Newyorku tanımak istiyorduk. Newyorkta olduğumuz dönemde bir gün başım ağrıdı. Ağrı kesici aradım.  Çok ilginçtir, ağrı kesiciler, marketlerin “ilaç reyonlarında” satılıyordu. Bu bizim için önemli bir değişiklik idi. Önemli bir değişiklik de katı atıkların toplanmasındaydı.
Sokaklarda beyaz, yeşil , mavi renklerde çöp bidonları vardı.  İçlerinde atıklar farklıydı. Plastikler ayrı, kartonlar ayrı, camlar  ayrı v.s. Farklı şirketler farklı renklerde çöp kamyonlarıyla gelip  bu çöpleri toplardı. Plastiği toplayan kağıt ve kartonlara dokunmazdı. Muhtemelen götürdükleri yer de farklıydı. Newyorkta çöplerin ayrıştırılarak toplanması kültürü çok iyi yerleşmişti.
Sunumlardan arta kalan zamanlarda kenti tanımaya çalışıyorduk. Haftaya gördüklerimizi paylaşmak üzere .

ESKİ BAYRAMLARA BİR YOLCULUK

Değerli okurlar, yarın İslam Aleminin kutsal Ramazan Bayramı.  Çoğu defa söylenir “Eski bayramlar nerede?” Ben de şöyle bir hatırlamaya çalıştım. “Eski bayramlar, yani benim çocukluğumuzdaki bayramlar nerede?”  Şöyle bir hafızamı yokladım. İşte aklıma gelenler:
Bütün ramazan boyunca oruç, iftar, top hazırlama ve patlatma, minarelerde gençlerin okuduğu selalar, teravih namazları,  minarelerin şerefesindeki kandiller… Lapta aşağı camisi evimizin hemen yanındaydı. Teravih ve bayram namazları genellikle burada kılınırdı. Müezzin Ömer effendi kandilleri onarır, yağlar, yakardı. Köyün gençleri iftardan sonra minareye çıkar sela okurdu. O zamanlar megafon, hoparlör v.s. yoktu. Herkes nefesinin yettiğince okurdu.
Bayramdan 2-3 hafta önce bayramlıkların alumina başlanırdı. Özellikle ayakkabılar çok önemliydi, çünkü ısmarlama yapılırdı. Kunduracı ayağın ölçüsünü alır, ona göre yeni ayakkabı yapardı. Bizim hepimizin birden ayak ölçüsü için  Lefkoşaya gitmesi mümkün olmadığından babam ayaklarımızı bir kartonun üzerine bastırır, kurşun kalemle ayağımızın çerçevesini kartona çizer, ayakkabıcıya götürürdü. Arife gün veya birkaç gün önce tekrar Lefkoşaya gider ısmarladığı ayakkabıları alır  eve getirirdi. Pantolon –gömlek o zaman da hazr bulunurdu. Giysiler  hatta bazan ayakkabılar  üstümüze gre değil, bir bundo (size, ebat, ayak ölçüsü)  daha büyük alınır ve bir sonraki sene de giymemiz istenirdi.
Bayram namazı biter bitmez çocuklar köyün içine dağılır, akrabaları, büyükleri, komşuları bayramlardı.Bayramlık olarak ya şeker ya da birkaç kuruş verilirdi. Şilin  (10 kuruş) nadiren verilirdi. Bayramlarda Şehere (Lefkoşa) gitmek alışılmış bişey değildi. Bu nedenle Lefkoşada bayramların nasıl kutlandığını bilmiyorduk. Sonradan okul arkadaşlarımızdan öğrendiğimize göre bayram yerine gitmek, cinciraklara binmek, dombala çekmek ve  tokuşan (çarpışan) arabalar bayramların olmazsa olmazıymış. Bayram yeri olarak ben Çağlayan - çocuk bahçesini hatırlarım ama daha önceleri çeşitli zamanlarda  Sarayönünde , İnönü Meydanında ve İpçiler hisarında (Mucahitler sitesinin olduğu yer) bayram yeri kurulurmuş.  1990 yılından itibaren bayram yeri , fuar alanında kurulmaktadır.
Tüm okurlara ve tüm  islam alemine Sağlıklı ve mutlu bayramlar dilerim.