Zaman  zaman insan hayat gerçeklerini görünce çok üzülür ve düşünür.  İnsanoğlu yaşamak için mutlaka ama mutlaka çalışıp kazanmak ve en azından evine birkaç lokma emek götürmek için canını yer bitirir.  Özellikle ülkemizdeki kızgın güneş altında çalışmanın ne kadar zor olduğunu hepimiz de biliyoruz.
Mesela meteroloji uzmanları bu yazın, 45 yıldan bu yana en sıcak yaz olacağını açıkladılar.  O bakımdan normal bir hayatı yaşayan insanlar için klima marifetiyle hayatı idame ettirmek kolay da, kızgın güneş altında çalışmak çok zor.  
Gerçekten de bu yılın yazı, hiç de alışık olmadığımız bir sıcak kasırgası getiriyor yaşantımıza.  Örneğin dünkü hava sıcaklığı 50 derece veya biraz üzerindeydi.  Böyle durumlarda güneş altında çalışan insanlar, “Güneşten ve sıcaktan haşat oldum” derler.  Haşat olmamak mümkün mü?  Değil elbette.  Ama ne eylersin...  Bütün mesele eve ekmek götürmede.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ersan Saner’in iş saatlerine ilişkin almış olduğu karar tam yerinde bir karardı bana  göre.  Alınan karara göre, üç gün uygulamalı çalışma saatleri, 12.00-16.00 saatleri arasında  çalışmaamayı öngörüyor.  Lakin ülkenin yozlaşmış insanları ve para düşkünü işverenler, zavallı işçilerin hayatları ile oynamaya devam ediyorlar.
Güneş altında zorunlu çalışmak durumunda olan işçiden verim almak mümkün mü?  Mümkün değil.  Ondan ayrı, kızıl güneşin altında kocaman apartmanların tepesinde demir çubuk bağlantılarını yapmak veya beton dökmek ise, tam bir işkencedir.  Bir de tedbirsizlik, bazı işçilerin hayatını bitiyor maalesef.  Son zamanlarda inşaat sektöründe kaç tane işçi yüksek inşaatlardan düşüp hayatlarını kaybettiler, bunu düşündük mü?
Mesela bu yasağa uymayıp, kızgın güneş altında işçi çalıştırmaya devam eden müteahhitler için ne yapmayı düşünüyor bakanlık ona bakmak lazım.
Bakanlığın almış olduğu karara uymayanlar için büyük bir para cezası mı?  Yoksa polis marifetiyle iş yerini kapatmak mı uygulamada?  Yoksa çalışmak zorunda bırakılan yüzlerce işçinin ifadelerinin alınarak meseleyi yargıya taşımak mı var gündemde?
Bence bir devlet, devletliğini aldığı kararlarla göstermelidir.  O bağlamda Bakanlık işçinin sağlığını ve hayatını düşünerek kızgın güneşin ateşin gücü azalıncaya kadar geçecek iki saatlik bir zaman dilimini boş bırakıp, işverenin de özveride bulunup işçilerini serinde çalıştırmaları en maktıklısı değil mi?
Bunlar bizim tezatlarımızdır.  Maalesef kimse takmıyor bakanlığın almış olduğu kararı.  Yarın olası bir olay olursa bunun hesabını kim verecek?  Mesele güneş altında yasak saatlerde çalıştırılan bir işçi beyin kanaması geçirip hayatını kaybederse bunun hayat bedelini kim ödeyecek?
Eskiden, yani İngiliz zamanından hatırlıyorum...  Yazın kavurucu sıcaklarında İngiliz idaresi bazı dairelerini Trodos’a taşır, devlet işlerini öyle yönetirdi.  Bundan başka mevsin yaza girdi mi, bütün polislere, askerlere ve gardiyanlara kısa pantolon ve kısa kollu gömlerle, delikli serin tutan şapkalar giydirirdi.  Şayet meraklılar o günleri hatırlamak ve öğrenmek isterlerse eski kitapları ve belgesel resimleri görebilirler.
Bir de belediyenin süzgeçli tankerlerle Lefkoşa sokaklarını suladığını anımsıyorum.   Sokaklar sulandı mı, bir alev çıkardı asfaltın üstünden.  Ama sonra püfür püfür esen bir Lefkoşa serini başlardı akşamüstleri.
Eski insanların serinlemek için frasan küplerini su doldurup içine girdiklerini biliyor musunuz?
Eski insanlar kavun karpuzlarını da kuyunun içine sarkıtırlar, soğuduktan sonra da o soğuk kavunla karpzu sofraya getirirlerdi.
Ersan Saner memleketin iklim koşullarına göre hareket etmiştir bence.  Bir düşünün bakalım...
Empati yaparak kendinizi o kızgın güneş altında inşaatların tepesinde çalışan zavallı işçilerin yerine koyunuz bakalım.  İşte o zaman kızgın güneş altında çalışmanın imkansızlığını hemen anlarsınız.
Kızgın güneş altında çalışan insanlar evlerine birkaç lokma ekmek götürmek için canlarını dişlerine takarlar.
Şayet o kızgın güneş altında çalışan işçilerin yüzlerini ve ellerini incelerseniz, o yüzlerde ne kadar derin yanıklar ve derin güneş izleri olduğunu görürsünüz.  Avuçları da güneşin ve hayatın acımasızlığına direnmiş.
Devletin almış olduğu karara uymamanın, toplum olarak ne kadar yozlaşma sergilediğini de görebiliyoruz.
Ne yapsın zavallı işçi?  Kızgın güneş altında çalışmazsa, biliyor ki evine bir lokma ekmek götüremeyecek.
Güneşin acımasızlığını düşününce Mısır’daki ehramlar ve firavunların görkemli heykelleri ve tarihi anıtları gelir gözlerimin önüne.  Özellikle o çağlarda her şey el emeği ve pazu gücüne dayanıyordu.  Ama şimdi herşey makinalaştı.
Güneş altında çalışmak ne geçmiş çağlara ne de gelecek zamanlarda teknolojinin o büyük olanaklarına bağlıdır.  Güneş, dünya oluştu oluşalı insanoğlunun hayatında vardır.  Hani derler ya...
“Doğayla kimse savaşamaz” diye.  İşte o bağlamda o savaştan galip çıkmak ve var olmaktır önemli olan.
Bütün mesele eve bir lokma ekmek götürmek vesselam...