Bu dönemde politika yapmak gerçekten zor.  Hem de her zamankinden daha da zor.  Koronavirüs konusunda yaşananlar ve gelinen nokta, kamuoyunu da böldü.  Hangi anlamda?  Gerek sosyal, gerek ekonomik, gerekse politik anlamda.

                İçinden geçtiğimiz süreç, hepimizin, yani bütün insanlığın sürecidir.  Bütün ülke insanlarının sürecidir.  Büyük ve küçük ülke olsun hiç fark etmez.  Tabii ki bizim bir ada ülkesi olmamız bize çok büyük avantaj sağlasa da, rehavetin ve baskıcı kamu tutumunun başımıza ikinci bir koronavirüs beleasını getirebileceğini iyice düşünmek lazım.

                Politikacılar “Kısmi rahatlama” derler yakında parti parti alınacak olan tedbirlere.  Hatta alınmakta olan tedbirlere diyebiliriz.  Dünya ekonomisi darmadağın olurken, milyonlarca insan işsiz ve aç kalırken, yine milyonlarca öğrenci direk eğitimden mahrum olurken, ve milyona yaklaşan ölüm haberleri sürekli gelirken, “kısmi rahatlama” veya “kısmi normalleşme” nasıl düşünülebilir, pek anlayamıyoruz.

                “Kısmi normalleşme” ile hayatımızın iyileşeceğini sanmak bence hayalcilik olur.  Yaşadıklarımızın ve yaşayabileceğimizin muhasebesini yaparken, dudaklarımızdan “Keşke şu kısmi normalleşmeye gitmeseydik” sözleri dökülebilir.

                İnsanoğlu’nun doğal yapısında özgür olmak var.  Hem fiziken, hem de ruhen.  İnsanların evlere kapanması gerek fiziksel, gerekse psikolojik bir mecburiyeti getirmedi mi?  Bizleri buraya getiren politikacılar değil, şu virüstür.  Yani gizli, sinsi ve dur durak bilmeyen bu düşman...

                Lakin gerçekçi olmak gerekirse insanoğlu, kendilerince şu “mecburi” hayattan bir an evvel kurtulmak için çırpınıp duruyor.  Günlük televizyon haberlerini izlerken daima bütün ülkelerin günlük tablosu, görüntülü olarak veriliyor.  O milyonları sığmayan meydanlar, geniş caddeler, mağazalar, parklar, opera ve konser salonları tümden bomboştu.  O görüntülere Türkiye de dahildir.  Fakat “kısmi normalleşme” adı altında bir baskı unsuru oluşturan ticaret sektörünün (haklı olsalar da),  halkın sokağa dökülmesinin arkasından ikinci dalga bir koronavirüs ordusunun hayatımızı yeniden işgal edebileceğini, mahvedebileceğini ve bizi pişmanlıklarla başbaşa bırakabileceğini bilmesi lazım.

                Belki bu sözlerime yanıt olarak ticaret sektöründen gelecek yanıt şöyle olacaktır.

                “Kaybeden siz değil, biziz.”

                Olaya sadece duygusal ve ekonomik açıdan bakmamak lazım.  Olaya mantık ve gerçeklerle bakmak lazım.  Bunun yanıtı şudur:

                “Madem hep birlikte bu gemide seyahat ediyoruz, ya hep birlikte batacağız, ya da hep birlikte batacağız”dır.  Ve devam ediyoruz.

                “Biraz daha dişimizi sıkmak suretiyle selamaete çıkma günü yakındır.”

                Sadece Türkiye’nin almış olduğu sıkı uygulamaya halkın ne denli uyduğu, polislerin sokağa çıkan insanlara ağır para cesazı kestikleri, balkoından balkona konser vererek şarkılar söyledikleri, ve normal hayatın özlemlerini çektiklerini gördük.  Gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’nın bazı ülkelerinde geçen Pazartesi günü kalkan sokağa çıkma yasağı sonrasında o sokakların, o manavların, o geniş caddelerin bize, “Bu memlekette koronavirüs yaşanmadı ve yaşanamaz da” der gibiydi.  Halktaki bu sorumsuzluk nedir anlamak mümkün değil.  Kendi hayatımızı riske attığımızın farkında değiliz.

                TC Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’yı takdir ediyorum.  Hem de çok takdir ediyorum.  Adam canını yedi bu beladan en az zararla kurtulmak için.  İşte o bağlamda kendini politikanın tam ortasınada bulan Bakan Koca ne yapsın?

                Kamuoyundan gelen “baskıcı tutum” nedeniyle “kısmi normalleşme” adı altında bazı gevşetmeler yapmak zorunda kalsa da, onun tedirginliğini görüyor ve hissedebiliyoruz.  Yani millet meram anlamıyor.  Kabul etmek gerek.  Her zaman icraatın içinde olan eleştirilmeye mahkumdur.  Hani derler ya....

                “Davulun sesi uzaktan kulağa hoş gelir diyor ya...

                Bu dönemde hükümet etmek veya politika yapmak da o davulun tokmağına benzer.  Hükümeti eleştirenler o tokmağı hele bir ellerine alsınlar da görsünler bakalım uzaktan kulağa hoş gelen davulun sesi nasıl çıkarmış tokmağı vurunca.

                Yani diyeceğim şudur...

                Eleştirmek güzel de, işin içine girince işin gerçeğini kavramak başka birşeydir.

                Öyle görülüyor ki, bütün dünya, vaka ve ölüm sayısında azalma olunca, o “kısmi normaleşme” meselesine yönelmiş gibi.  Buna biz de dahiliz.

                Allah korusun bu virüste bir patmalama daha olursa, bu kez değil mezarlıklar, tarlalar bile kafi gelmeyecek ölen insanları gömmeye, bunu da kafamızın bir kenarına yazalım yani...

                O bakımdan yeniden vurgu yapıyorum!

                Lütfen hayalci olmayalım ve gerçekleri görerek yaşayalım.