İyi pazarlar sevgili okurlar. Ülkede en çok konuşulan konu yine seçimler olunca , biz de günlük olaylardan biraz sıyrılıp , geçmişte yaşananlarrla ilgili bazı durumları okurlara  hatırlatmak ve geçmişteki durumlarla günümüzdeki durumları kıyaslamayı tercih ettik. Umarım beğenirsiniz

 SEÇİM SARMALI?
KKTC iyice seçim havasına girdi. Aday adayları gazetelerde, sosyal medyada reklam yapmaya başladılar. Sosyal medyada ayrıca seçimle ilgili  olumlu, olumsuz ve eğlendirici yorumlar da  bol miktarda yapılmaya başlandı.Bir taraftan da resmi seçimhazırlıkları sürüyor. Seçimlerin 7 ocakta yapılamayacağını iddia edenlerin sayısı da az değil. 
En güçlü listenin kendi listeleri olduğu konusunda seçmeni ikna etmek için siyasi partiler ikna edici uygulamalar başlattı. CTP’ de eskiden başbakanlık yapmış olanlar, aday olmayacaklarını açıkladı.Bazi partiler kadınları ön plana çıkarmaya çalışıyor
Bu çalışmalar devam ederken milletvekilleri ve bakanların , kendilerine bağlı dairelerin müdürleriyle birlikte, köy gezileri ve arsa dağıtımı son sürat devam ediyor.
70 YILLIK ALIŞKANLIK
Günümüzde işlenen suçların çeşitliliğinden,  denetimlerin yetersizliğinden ve cezaların caydırıcı olmadığından  şikayet ediyoruz. Acaba eskiden suçlar ve cezalar ne durumdaydı. Bundan 70 yıl öncesine bir göz atalım. 
12 Kasım 1946 tarihli ATEŞ gazetesi’nde suç ve cezalarla ilgili olarak şunlarıokumaktayız: 
*. Mağusalı  H. H. kaptan  ve Piskobulu H. C.,  Mağusalı Mustafa Mehmed Sosoluya ait bir koyunu çaldıklarından her biri 9 ay hapse çarpılmışlardır. 
* Batrıçlı Hristof i Teododu Yorgos Mihaili Andonakiyi darbettiğinden dolayı 9 ay hapislik yemiştir. 
* Aynakofolu M. Ali H. köylüsü Rahime Fikretin evine girip kendisini darbettiğinden 5 ay hapse düşmüştür.
* Aysergi köyünden Kıbrıs Alayına mensup asker B. S. M.,  399 numerolu zaptiye Haralâmbros Damaskiyosu darbettiğinden 6 av hapse çarpılmıştır.
Darp, koyun hırsızlığı gibi suçlar vardı ve cezalar 5-9 ay hapislikti.
TRAFİK  CANAVARI
Hepimiz Trafik kazalarından, kurallara uyulmamasından ve denetimsizlikten yakınıyoruz. Eskiden trafik konusunda durum neydi?
16 Ağustos  1951 tarihli Hürsöz  gazetesinden aldığımız bilgilere göre  yapılan denetimlerde bir haftada 345 trafik suçu rapor edilmiş, 473 vaka mahkeme huzuruna getirilmiştir. Bunların 380’ ine mahkumiyet verilmiş, diğerleri ertelenmiştir.
Bir haftada 17 kaza rapor edilmiş, 4 kişi yaralanmış, 12 kazada mal hasarı meydan gelmiş bir tanesi bir köpeğin ölümüyle sonuçlanmıştır.
Rapor özetleri şu şekildeydi.
21 süratli araç kullanma
15 korna çalma
8 Trafik ışıklarına uymama
24 Dur işaretine uymama
26 ihmalkar sürüş
5 trafiğe  mani olacak şekilde durma ve 54  vaka ihmalkarane bisiklet sürme şeklindeydi.
1951 yılında bu kadar çok rapor nasıl yazılır diye şaşırmayalım. Araba sayısı belki azdı ama  o dönemde motosiklet ve bisiklet, büyük bir ihtimalle şimdikinden fazlaydı ve bisiklet sürücüleri ile korna çalan vasıtalar rapor ediliyordu.  Bu durum, 1974 yılına kadar sürmüştü. Şimdi değil bisikletliler, arabalar, kamyonlar, otobüsler, tırlar bile denetlenmiyor, kontrol veya, rapor edilmiyor. Malum ya:”Eğer denetlersek, hepsini trafikten alıkoymak zorunda kalacağız. Varsın kazalar devam etsin” felsefesi.
Trafik makamlarını endişelendiren en önemli konulardan biri, genç motosiklet sürücüleriydi.
Bunlar şuursuzca ve her tehlikeyi ggöze alarak motosiklet sürerdi. En çok işledikleri suçlar:
Köşe dönerken aksi taraftan geçmek, karşıdan vasıta geldiği halde önündeki vasıtayı geçmeye çalışmak, tek elle motosiklet kullanmak ve süratli sürüş yapmaktı. 
Gazetede, Trafik suçları ve motosiklet sürücüleri yanında bisiklet kullananlar için de ilginç noktalar bulunmaktadır. Bazılarını paylaşalım: Bisikletlilerden aşağıdaki hususlara uymaları isteniyordu:
* Bisiklete başka birisi bindirilmemelive taşınmamalı. Bu bir suçtur.
* Yanyana en fazla 2 kişi gitmeli
* Yolun solunda ve arka arkaya gidilmeli
* Bisiklet sürülmediği durumlarda yolun solunda bisiklet itilerek gidilmeli, yola yayılarak yol kapatılmamalı
Arabalar için de şu ihtar yapılmaktaydı:Otomobiller park yerine bırakıldığında her ahval tahdinde kilitlenmelive isviçler alınmalı
KIR BEKÇİSİ DENİLEN DESTEBANLIK MESLEĞİ
Çevre kirliliği toplum olarak en çok şikayet ettiğimiz konulardan biri. Ne yapsak başedemiyoruz. Gönüllü temizleme kampanyaları, Cumhurbaşkanlığının dahil olduğu temizlik aktiviteleri, Yerel yönetimleri n en çok bütçe ve emek harcadığı konıulardan biri. Konu tamamen kontroldan çıkmış durumda. Sosyal medyada, “Destebanlık” mesleğinin yeniden yaşama geçirilmesi durumunda konunun önemli ölçüde halledileceğini ileri sürenler var. Peki, destebanşık ne demek?
İnternete bakayım dedim, ekşi sözlük diye bir sözlük çıktı ve eskiden çobanlara desteban deildiğini yazıyordu.
Herşeyden önce şunu belirteyim ki tamamen yanlış bir açıklamadır. Destebanlığın çobanlık mesleği olmaması bir yana, özellikle çobanları kontrol etmek için çaba gösterşlen bir meslekti. Bugünkü açıklaması, “Kır bekçiliği” dir. Nasıl ki geceleri kentlerde, fabrikalarda ve çeşitli yerlerde güvenliği sağlamak için gece bekçileri varsa, eskiden bütün işi ovalarda dolaşıp yasalara aykırı bir durumu rapor etmek olan “Desteban” denilen görevliler vardı. Duyduğum kadarıyla sadece Türkler desteban olabiliyordu. Rumlar bunlara “Bulloturko” derlerdi. Buradaki “Bulllo “, büyük , baş, lider  anlamına geliyordu. İki türlü desteban vardı. Piyade desteban, süvari (atlı) desteban. Süvarilerin maaşları , atını da besleyebilmesi için, daha yüksekti. 
Destebanlık, iki toplumlu bir yaşamın ve yönetimin bulunduğu adamızda, diğer yönetim kadrosundaki kişilerden farklı bir özellik taşıyordu. Desteban, görev alanında oldukları sürece hem Türkleri, hemde Rumları rapor edebiliyordu. Kollarında, desteban olduklarını gösteren bir omuz nişanı bulunuyordu.
Muhtarlar sadece kendi toplum mensuplarına hizmet verebiliyordu. Belediyelerde sürekli tartışma yaşanıyordu. Zaman içerisinde Türk Belediyeleri ayrılmaya başlamıştı. Kooperatifler ayrıydı. Ama Destebanlar, bir kaymakam veya bir vali gibi, her iki toplum mensuplarına da hükmedebiliyordu. Bu kadar önemli bir görevleri olduğu içindir ki, maaşları toplumun diğer kesimlerine göre iyi bir yerdeydi. Desteban maaşları şu şekildeydi:
16 Ağustos 1951 tarihli Hürsöz gazetesinden destebanların maaşlarıyla ilgili olarak aldığımız bilgileri okurlarla paylaşmak istedik.
Desteban ücretlerinin aşağıdaki şekilde arttırılması onaylanmıştır:
a):  Destebanlara  ödenmekte olan 24 KL yıllık hayat pahalılığı 1 Temmuz 1951 den itibaren 18 KL arttırılarak 42 KL’na çıkarılacaktır.
b) 42 KL hayat pahalılığı 1 Ocak 1952 den itibaren maaşlara kalbedilecektir.(Not: Günümüzde konsolidasyon terimi kullanılmaktadır). Bu durumda piyade destebanların maaşı yıllık 108 KL ve süvari destebanların  maaşı yıllık 114 KL olacak ve  1 ocak 1952 tarihinden itibaren hayat pahalılığı ödenmeyecektir.
Bir gazete o zamanlar 1 kuruştu. Bir destebanın maaşı (9 Kıbrıs Lirası = 1800 kuruş)  ile 1800 gazete alınabiliyordu. Bugünkü gazete fiyatı (2.5 TL) ile oranlarsak  4500 TL gelmektedir. Bugünkü durumda  2 asgari ücret etmektedir. 
1950 li yıllarda bu çok önemli bir maaştı. Üstelik rapor yazma yetkisi olduğundan, özellikle çobanların en büyük korkularıydı. Bu şekilde yetkileri olan  kişilerin, çevre konusunda göreve getirilmesi, elbette ki çevre koruma açısından son derece önemlidir Düşünmeye değer bir konu. 
 TÜRKİYE’DE 1958 -59  DÖNEMİNDE  BMM’DE KIBRIS GÖRÜŞMELERİ (DEVAM)
Dönemin Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu şöyle diyordu (Geçen haftadan devam):
Farz edelim Yunanistan ve Kıbrıs’taki Rum cemaati enosise ait faaliyetlerde bulunuyorlar. Bu faaliyetler ya icrai şekilde veya propaganda şeklinde oluyor. Hüküm sarihtir. Türk cemaatini temsil eden Cumhurreisi Muavini ortaya çıkacak ve diyecek ki, anayasayı ihlal etmeye gidiyorsunuz, ben emniyet husundaki vetomu kullanmak isterim. Bunun yanında üç memleket yani Türkiye, İngiltere ve Yunanistan ortaya çıkacaklar ve anayasanın ihlaline müsaade etmeyiz, edemeyiz diyeceklerdir. Veyahut bu memleketlerden yalnız birisi buna mümanaat etmek isteyecek, bu takdirde diğer ikisi müştereken hareket edecektir. Yahutta ikisi mümanaat edecek, diğer biri harekete geçecektir. Şimdi hukuki düvel ile ve siyasi tarihle uğraşan arkadaşlar gayet iyi bilirler ki, müşterek garanti halinde, müşterek teminat mevzuunda en mühim nokta şudur;
Taraflardan birinin teminatı diğerlerinin harekete geçmesini önler, müşterek garanti halinde ehemmiyetli olan cihet müştereken veya ferdan  hareket serbestisini temin etmektir. Binaenaleyh sayın İnönü' nün burada zaaf olarak gösterdiği husus, hakikatte bir kuvvettir.
Mesela, bu garanti andlaşmasındaki hükümleri Avusturya andlaşması hükümleriyle mukayese ediniz. Orada 'Böyle bir hareket memnudur' der. Fakat öyle bir hareket zuhurunda ne yapılacağı tasrih edilmemiştir. Kıbrıs andlaşmasında ise, diğer iki taraf razı olmasa da doğrudan doğruya harekete geçmek isteyen devletin harekete geçebileceği tasrih edilmiştir.Şimdi vaziyetlerimizi mukayese edelim; Yunanistan adadan 600 mil, Türkiye ise 40 mil uzaklıktadırlar. Bu noktaya lütfen dikkati teksif ediniz. Anayasayı ihlal eden bir vaziyet zuhurunda, Adaya 600 mil uzaktaki bir devlet mi, yoksa 40 mil uzaktaki bir devlet mi daha çabuk gelebilir.
Sonra sayın inönüKıbrıs' ın Birleşmiş Milletlere aza olacağındanbahsettiler. Kıbrıs' ın Birleşmiş Milletleri aza olması bizim hakkımızı selbetmez.Çünkü bu yaptığımız andlaşmalar da Birleşmiş Milletleri kayıt ve tescilettirilecektir. Kıbrıs cumhuriyeti bu anlaşmaların ışığı altında oraya âza olarak girmiş olacaktır. Binaenaleyh, Birleşmiş Milletlerin bu hususta yapacağı hareket ancak anayasa ve garanti anlaşmalarını ihlal eden memlekete karşı olacaktır.
Sevgili arkadaşlarını, görüyorsunuz ki, burada zaaf diye ileri sürülen hususat kuvvetten başka bir şey değildir.Sayın İnönü, ( İngiltereden ayrıca bir taahhüd alınmalı idi) dediler.İngiltere, ahdin, ihlali halinde müştereken hareket etme taahhüdünü esasen almışbulunmakta ve ayrıca diğer iki memleket gibi, müşterek hareket hususundamutabakat hasıl olmadığı taktirde tek  başına harekete geçmek hakkını da mahfuztutmaktadır. Bundan fazla taahhüde giremez. Ayni şekilde Türkiye müştereken veyamünferiden müdahale hakkına sahipolmakla kendi menfaatlerini teminat altınaalmış bulunmaktadır.                
Binaenaleyh, enosis veya taksim hususunda teminat tamdır. Buteminatımız, her zaman söylemek istediğim ve söylemekten daima memnuniyetduyacağım gibi, ilk önce üç müttefik devletin, yani böyle bir badireden aklıselimleri
sayesinde çıkmış olan üç müttefikin birbirlerine karşı olan hüsnüniyetine,anlayışına, ittifaklarına ve menfaat birliklerine olan imanına dayanmaktadır.
Ondan sonra da eğer içimizde - ki hiç bir zaman bunu zannetmem- nakzı ahdetmekisteyecekler olursa sormak isterim, 'bu halde en kötü vaziyete düşecek olan 26milyonluk ve adaya 40 mil mesafede bulunan Türkiyemidir? Öyle zannediyorum ki,
sayın İnönü' yü bu hususta tatmin etmiş olmam lâzım gelir.