Önümüzdeki haftalarda yapılacak Uluslararsı Baısın Konseyi Genel Kurulu çalışmaları başladı.  Bu amaçla dünyanın pek çok ülkesinden delegasyonlar gelip, hem KKTC’yi bir kez daha görecek ve tanıyacaklar, hem de dolu dolu programa katılacaklar.
Büyük mali imkanlar gerektiren bu organizsyonları hazırlamak ve yüzünüzün akı ile bu kuruldan çıkmak hiç de kolay değildir.
Kıbrıs Basın Konseyi Başkanı ve dolayısı ile Uluslararası Basın Konseyi Genel Başkanı Doç. Dr. Şule Aker’in başkanlığında bazı çalışmalara başlanmıştır.  Benim de yönetim kurulu üyesi olduğum Kıbrıs Basın Konseyi mensuplarından oluşan bir heyet, bu çalışma gereği, geçen Cuma günü Turizm ve Çevre Bakanı Fikri Ataoğlu’nu ziyarete gitmiştik.
Sağ olsun Fikri Ataoğlu sorunlarımıza çok sıcak yaklaştı ve katkılarını koymak için gerekli talimatları verdi. Bunun yanında böyle önemli bir kuruluş delegasyonlarına bir de yemek vermeyi üstlendi. Bu tür etkinlikler, gerçekte devlet eliyle olması gerekir.  Tabii ki bu çalışmalara Dışişleri ve Başbakan Yardımıcısı Kudret Özersay’ın da büyük katkılar koyduğunu ifade etmem lazım.
Tabii ki şu Uluslararası Basın Konseyi’nin bir parçası da turizmdir.  Ülke turizmi açısından da bir önem arzeden bu çalışmanın mutlaka ileriki yıllarda yeni turizm pazarları yaratılmasına vesile olacaktır, diye düşünüyorum.  Her zaman olduğu gibi Türkiye Basın Konseyi de Kıbrıs Türk Basın Konseyi’nin konukları olacaktır.
O toplantı bittiğinde kendimizi eski Lise binasının tam ortasında bulduk.  Sanki o duvarlardan öğrencilerin çığlıkları ve cıvıldaşmaları geliyordu kulaklarıma.  Tam bir nostalji kokan bir mekanda geçmişi yaşıyor gibiydik.
O lise çağlarım, bir an için geldi geçti gözlerimin önünden... Bir de 1958 nümayişleri, İngiliz’in örfi idare sirenleri ve meydanlara pankartlarımızla yürüyüşlerimiz vardı sanki yeniden.  O günlerin korkusuz ve cesur öğrencileri olduğumuzu ifade edebilirim naçizane bir ifade ile.  Ne zor günlerdi onlar...
Bir Türk vuruldu mu, derhal Lefkoşa Erkek Lisesi ile Lefkoşa Kız Lisesi öğrencileri pankartları ile Atatürk Meydanına koşar, orada “Ya Taksim, Ya ölüm” veya “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” sloganları atarlardı.  Tabii ki bir gerginlik olunca alışılagelmek üzere, İngilizler hemen örfi idare sirenlerini çalmaya başlarlar ve herkes koşar adımlarla evlerine kapanırlardı.
O binadan çıkıtığımızda bizim Haydarpaşa İlkokulu ve Haydarpaşa Ticaret Lisesi binası önümüzde duruyordu.  Sanki bizim okul müdürü Prof. Rıza Akbora çalışma odasına çalışıyordu...
Hayatımızda ilk kez kırzlı erkekli bir okulda öğrenim görüyorduk.  Onunla birlikte etkinliklerimiz yine birlikte düzenleniyordu.
O binadan çıktığımda Yenicami’ye doğru yol almıştım...
Malum Lefkoşa Türk Erkek Lisesi binası, sağ olsun Serdar Denktaş’ın girişimleri ile Turizm Bakanlık binası olmuştu.  Yine de ekleme ihtiyacı duyuyorum...
21 Aralık 1963 olayları sonrasında bu binada temel mücahitlik silah eğitimlerimizi yapmıştık.  O günler hem zor, hem de zevkliydi.
Evet Yenicami’ye doğru seyrederken yine anılarım canlanmıştı gözlerimin önünde.  Hemen okul dibindeki metruk caminin tavanında asılı kalan yarasaları güneş ışığından aynalar marifeti ile nasıl rahatsız ettiğimizi anımsıyorum bir de.  İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in taç giyme münasebeti ile biber ağaçları altında kurulan parti masaları, pastalar, sandöviçler ve daha nice armağanlar...
Yenicami’nin o kıvrımlı yolunda Lüzinyan evi ile Alparslan Türkeş’in doğduğu ev vardı. Daha ötede sıra sıra yatan evliyalar, Yenicami meydanı ve okulu, şadırvanlı çeşme ve hemen çeşme başındak kagir mezar taşları...
Sanki sokaktan halk ozanı Aynalı, göğsü madalyalarla dolu Ahmet Rasim, dilsiz şekerci, ünlü lahmacuncu Ermeni ve bir sürü dönemin ünlü fahişeleri geçiyordu.  Daha ötede kapı kapı gezip sinema broşürlerini dağıtan Avramidis, Hallumalar’ın evi, YAK Kulübü’nün ilk kuruluş binası, daha ötede Eğlenceli Cemaliye, kasap Mahmut, hayat kadını güzel Necla ve daha ötede fahişeler sokağı vardı.  Hatta bir gerçek gibi Kuruçeşme mahallesinin çeşme başında kadınlar su kaplarını dolduruyorlardı adeta.
O anılarımın en önemli motifleri, hiç şüphe yok ki, Lefkoşa kentinin evleri üzerinde yükselen asırlık hurma ağaçlarıydı.
Bir labirent gibi geçtiğim o çocukluk yıllarımın Lefkoşa sokakları sanki çığlık çığlık bana kendini hatırlatıyordu, Lefkoşa evlerine yerleşen Hataylılar dışında.
Abdiçavuş sokağından ta hisar burçlarına kadar uzanan o uzun yolda, sanki bir manav el arabası ile yanımdan geçiyor ve “Karpuza gelin guzzum, karpuza.  Yarar yırtar da veririm” diyor ama hemen öteden de simsar Çoronik, Hacı Faik Efendi,  Guddumtava, Hacıyatmaz ve sokaklarda diy çeken dubara vardı
Belki de hayatım boyunca bana bu anıları döktüren ve durmaksızın kitaplaştırmaya teşvik eden o eski günler ve yaşanmışlıklarımdır.
Nostalji ve anılar yani... Ne güzeldi o günler...