Zor yollardan demokrasiyi ve siyaseti öğrenmek böyle bir şey olsa gerek. Ama yine de öyle ya da böyle öğreniliyor. Siyasi kadrolardan çok halkın öğrendiği ve öğrettiği bir süreç. Ranciere’in ünlü ‘Cahil Hoca’ kitabını, öğrenmeye dair düşüncelerini hatırlamak gerek belki de. Çocuğun zihinsel gelişimine saygı göstererek zihni için en iyi jimnastik olan kendi başına akıl yürütmenin yollarını keşfetmesi, güçlükleri tek başına göğüsleme alışkanlığını kazanması ve bu sayede özgüven ve sorumluluk geliştirmesi… Görünen o ki, bütün bu imkânsızlıklar içinde halk bunu öğreniyor ve öğretiyor. Birilerinin onlar adına düşünüp karar vermesinin ağır sonuçlarını yaşadıkça insanlar kendiliğinden sandıkları koruyacak örgütlenmeler geliştirdiler, stratejiler kurdular, ormanlarını, derelerini korumak için türlü türlü yollar denediler, öğrendiler ve öğrettiler.

SAPLANIP KALMAKÖğrenmenin önündeki en büyük engellerden biri, saplanıp kalmak.. Psikolojik gelişim ve iyileşme için saplanıp kalmamak, rahat ve esnek olmak nasıl bir ön koşulsa, öğrenmek ve siyaset için de bir ön koşul. Kimlik çok önemli olsa da, saplanmak anlamına geldiği için kimlikçilik bir tür aptallaşma hali. Değişen koşulları umursamadan aman sapmayalım diyerek hep aynı şeyleri denemeye devam etmek öğrenmeyi imkânsızlaştırıyor. Aynı şeyi edebiyat ve sanat için de söyleyebiliriz. Örneğin tutmuş bir öykü yazma anlayışını sürekli tekrarlaya tekrarlaya öykü yazmayı bir zanaata dönüştürmek gibi.

UĞURSUZ YÖNTEM
Ranciere, kitabında Fransa’daki Aydınlanmacılar’ın kurduğu Zihinsel Özgürleşmeden Yana Ulusal Dernek’ten örnek verir. Derneğin sloganlarından birisi şöyledir: “Öğrenimi halkın başından aşağı dökün, ona böyle bir vaftiz borçlusunuz.” Ama Aydınlanmacılar şunu gözden kaçırmıştı: Halkın da bir zihinsel işleyişi, sürekli geliştirdiği bir akıl yürütme biçimi vardı; “sözde özgürleştiricilerin eyerleyip dizginlediği, mahmuzladığı özgürleştirilmişler sürüsü” aslında öğrendikleri yönteme ve akla saplanıp kalmışlardı, çünkü öğrenme yöntemi başlarından aşağı dökülmüş bilgilere dayanıyordu. Ranciere buna ‘kötü’, ‘uğursuz’ yöntem diyordu. Bu ‘kötü’ özgürleştirilmiş olanlar, halkın kâğıda basılanları “bizim yardımımız olmadan, açıklamalarımız olmadan anlayamayacağına” inanıyorlardı. Aynı şey, onlardan önce de geçerliydi, din adamları da halkın dini onlar olmaksızın anlayamayacağına inanıyorlardı. Şöyle yazmıştı Ranciere: “En çok engellenmesi gereken de yoksulların kendi kapasiteleriyle kendi kendilerini eğitebileceklerini, birtakım kapasiteleri olduğunu bilmeleriydi - toplumsal düzende eski soyluluk unvanlarının yerine geçmekte olan kapasiteler. Bu konuda yapılabilecek en iyi şey onlara eğitim vermek, kapasitesizliklerinin farkına varmalarını sağlamaktı.”

ORTAK YAZGI
Seçimden sonra en çok dile getirilen düşüncelerden birisi de Batı’nın Türkiye’yi doğru okuyamadığı, seçim sonuçlarını bilemediği yönündeydi. Tüm dünyada sağ popülizm yükselirken Türkiye’nin demokrasi dersi verdiğini söyleyenler de oldu. Türkiye’de popülizm kılık değiştirerek varlığını ve gücünü devam ettiriyor. Zaten başka türlüsü de şu dönemde beklenemez. Ama artık Türkiye’de çoğunluk ortak bir yazgıyla birbirlerine bağlı olduklarını anlamaya başladı. Kutuplaşmayı kıracak olan da bu ortak yazgının farkına varmak. Tecrit ve bireyselleşme bir tür lanet gibi toplumların üzerindeyken bu ortak yazgının farkına varmak için belki de büyük bedeller ödemek gerekiyordu.
Todorov’un ‘Ortak Hayat’ta yazdığı gibi, "Toplumsallık lanetli değildir, özgürleştiricidir; bireyci yanılsamalardan kurtulmak gerekir. Ötekilerle ilişkiler dışında bir tamlık, doluluk yoktur." İnsanın kendisini toplumdan yalıtması da, sadece küme içinde bir hayat sürmesi de dünyadaki varlığımızı hiçleştirir. Ortak yazgı, varlığımızın ancak ‘Öteki’yle bir anlama kavuşacağını bilmekle ilgilidir, sadece maddi değil manevi bir bağa işaret eder. 1 Nisan, o bağın hissedildiği günler arasına katıldı, çoğaldı...