Yaz mevsimi geldi mi, insanları korku sarar. Özellikle kırsal yörede, ormanlara yakın yerlerde ikamet eden insanların en korktuğu şeydir orman yangınları. Şu küçücük ülkemizde yeşilin kırpıntıları kalırken, neden geri kalanları korumayalım diye de insanın sorası gelir.
Gerçekten orman yangınlarına karşı duyarlı mıyız?
Bence duyarlı değiliz. Bu duyarsızlığımız yüzünden değil mi geçmişte o güzelim ormanların ve dağlardaki yeşilin yanıp kül olması?
O koca Türkiye coğrafyasına baktığımda, o toprakların üzerinde ne kadar geniş ormanlık araziler varmış, görebiliyorum. “Orman” dendi mi, büyük ülke insanlarının algılaması ile, gerçek anlamda adam gibi orman gelir akla. Yani bizdeki ormanlar daha fazla koruluk formunda bir yeşil örtüdür. Kaldı ki o küçük yeşil örtüyü bile korumaktan aciz kalıyoruz.
Şayet belgesel filmleri izlerseniz, o büyük ve gökyüzüne uzanan devasa ağaçlardan oluşmuş çok sık ağaçlar kümesi olduğunu görürsünüz. Büyük ülkelerde, özellikle tropikal veya bol yağmur alan topraklarda ormanlar daha bir görkemli ve daha sık olurlar. Siz o ormanlarda değil koşmak, yürüyemezsiniz bile ağaçların sıklığından.
Ormanı bol ülkelerin en büyük gelir kaynağıdır orman ağaçlarıdır. Devasa ağaçların kesilip kalas haline gelmesi ve ahşap sanayiine büyük katkılar koyması, aklın alamayacağı kadar büyük bir ekonominin görüntüsüdür esasında. Ünlü kavboy filmlerinde gürül gürül akan ırmaklara bırakılan devasa kütükler ve o sürüklenişler bambaşka bir güzelliktir.
21 Aralık 1963 öncesi en son piknik yaptığımız Trodos Ormanları, gerçek anlamda bir ormanlık alanı teşkil ediyordu. Lakin kırk beş yıl sonra kapılar açılıp bir kez daha Trodos ormanlarına gittiğimde, gözün alabildiği kadar yüksekliğe uzanan ve gövdesini ancak üç beş kişinin sarabileceği kalınlığa erişen o çam ağaçları, işte bizim yoksun olduğumuz o zenginliğin ta kendisidir.
Geçenlerde Türkiye ormanlarının korunması üzerine bir yazı okumuştum. Yeşilin her tonunun verildiği ve o yeşil orman ağaçları üzerinde uzanan gözlem kuleleri müthişti.
Ormancıların hayatını bilmeyen “tarassut kuleleleri”ni de bilmezler. “Tarassut kulesi” dediğimiz kuleler, devasa ormanların tam ortasına yapılan ve orman ağaçlarının en üst zirvesini aşar yükseklikteki kulelerdir. Türkiye’nin ormanı bol olduğundan ve sık sık da yangınlarla karşılaştıklarından, daha köklü tedbirler alıyor ormancılar. Ormanın üzerinde yükselen o gözlem kulesi, çift katlı, hatta dört beş apartman katı yükseklikteki taştan gözleme evleridir.
Türkiye’deki ormancılar o taş kulelerde bir ömür törpülerler gardiyanların cezaevlerindeki ömürleri gibi. Nöbetleşe o kuleye çıkan ormancılar, durmaksızın dürbünleri ile ormanları silme izlemeye tabi tutalar. Şayet uzakta bir duman griliği görürlerse, hemen telsizle merkeze bildirirler ve yangın başlamadan söndürürler.
Geçmiş İngiliz döneminin tedbirlerini anımsıyorum... Ormancıların yeşil elbiselerini, omuzlarındaki apoletlerini, ormanların ortasına kurulan tek kişilik demirden gözlem kulelerini v.s. Şimdilerde bizim şu kuzey topraklarımızda tek bir tane gözlem kulesi görmedim. Veya çok içerilerdedir de ben göremedim.
Türkiye’deki büyük yangınlar için alınan tedbiler ve Rus yapımı yangın helikopterleri o satırların arasından fırlayınca, aklıma Meclis Başkanımız Dr. Sibel Siber’in sözleri geldi. Hani Çevre Bakanına çatan anlamlı sözleri...
Sizler de hatırlayacaksınız... Sibel Siber hükümeti döneminde KKTC’ye bir yangın söndürme helikopteri alınması için alınmış kararlar vardı. Hatta bu konuda Türkiye ile de uzun yazışmalar yapılmıştı. Çevreden sorumlu bakanın bazı sıkınıları olsa da, yangın söndürme helikopteri ile ilgili yazışmanın bir sonuç vermediğini söylemek de bize yakışmaz diye düşünüyorum.
Çok şükür yaz gireli hepimizi korkutacak veya üzecek büyük yangınlar olmadı. Bugüne kadar ormanlarda yangın çıkmaması demek, bundan sonra da çıkmayacağı analmına gelmez.
Gerçekten ülke yeşilini yangınlardan koruyacaksak, önemli tedbirleri de almamız gerekir. Aksi halde kendi ciğerimizde yanacak ve çok üzüleceğiz.
Bence büyük ekonomik ve parasal olanaklar gerektiren önemli tedbirler vardır. Yangın helikopteri bunlardan birisidir. Belki diyrum... Belki herhangi bir yangın çıkmadan böyle bir olanağa kavuşabiliriz.
İngiliz üslerinde yangın helikopteri var mı bilmem. Bence olması gerekir. Veya İngiliz’in üs bölgelerindeki orman yoksunluğu, onlara “Nemelazım” ifadesini kullanmaya sürükler. Lakin üslerde böyle bir helikopter varsa, eminim, olası bir büyük yangında İngiliz de bütün araç gereci ile seferber olur. Türk veya Rum bölgeleri. Hiç fark etmez.
Bazen “acılar evrenseldir” deriz. Gerçekten acılar ve sevinçler evrenseldir. Bunlar insan hayatında var olan şeylerdir. Kuş gribinde Türk tarafı gerekli tedbirleri alırken, Rum tarafı daha bir sıkı tedbir almış ve aleyhimize bu konuda propaganda yapmıştı. Halbuki gökyüzünde uçan kuşa kim diyebilir ki, “Kıbrıs’ın kuzeyi Türklerindir, güneyi de Rumlarındır.” Yani doğanın egemenliğine kimse hükmedemez. Belki sınırda büyük bir yangın çıkarsa her iki tarafın da paçaları tutuşur yangını söndürmek için. İşte o zaman “Biz neden savaşmışız ve neden birbirimizi yemişiz?” sorusunu sorarız.
Velhasıl damla kadar azalan yeşilimizi yangınlardan korumak bir vatani görevdir diye de düşünüyorum.