Bugüne kadar dünyada meydana gelen soykırımların kökünde, güçlerin egemen olması yatar. “Egemenlik” kavramı, bağımsızlık esasından öte, halkların ve kitlelerin birbiri üzerinde kurduğu baskıyı anlatır.
Atatürk “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü, hiç şüphe yok ki büyük Türkiye’nin dünya durdukça kendi varlığı ile kendini bütün ülkelere kabul ettirmesi ve Türk insanına “Devletine her zaman sahip ol” anlamı taşır.
Benim vurgu yapmak istediğim esas husus, dikta rejimlerin savunmasız insanlar üzerinde kurdukları baskı ve terördür. Bu terörist anlayışın kökünde de soykırım ve yok etme egosu vardır. Buna asimilasyonu da ekleyebiliriz.
Dinler karmaşasını irdelediğimizde, din adamları “Allah’a giden yol tektir” derler. Hatta dinler tarihinin derinliğine indiğimizde Adem’le Havva’dan olma ademoğlunun ırkının hayatın akışında ne kadar genişlediğini, ne kadar kişilik ve gizli bir güç aradığını ve ne kadar bölünüp dallara ayrıldığını görürüz.
Dünya var oldukça insanoğlu hep sığınacağı bir liman aramıştır. O liman, zor anlarında kendisini koruyacak, kendisine güç ve kuvvet verecek bir limandır esasında. Şayet tarih öncesinde insanların nasıl Tanrı yarattıklarına da bakarsak, birisinin kocaman som altından bir dana yaptığını, bedeninin hayvan, başının ve bedeninin üst kısmının insan olduğunu görürüz. Şamanizmde bu tür “Tanrı yaratımı” vardı ve insanlar Allah’ı “somut” olarak kendilerince görürler ve ona taparlardı. O yaşantı ve o ibadet anlayışında insanların duygu ve düşünce boşaltımı vardır. İç kavgaları ile hesaplaşmalarını o kendi yarattıkları “Tanrı” heykelinin önünde yaparlardı.
İşte o zamanın akışında dinler daha bir kişilikli olarak yerine oturunca, insanlar okumayı, konuşmayı, görünmeyen Tanrı gücünü, ibadet etmeyi öğrenmişlerdir. Hristiyanlıkla müslümanlığın “egemen olma” çatışması da bir gerçektir.
Bazen felsefi yazılarımda şunlara vurgu yaparım:
“İnsanlar doğdukları gibi ölürler. Yaşadıkları ile yaşayamadıklarını, hayalleri ile kendi gerçekleri ile bir muhasebe yaptıklarında ve acılarla ve kederlerle dolu bir hayatı arkada bıraktıklarında herhalde mezar taşlarına şu ifadeleri yazdırmışlardır. ‘Dünyada neyi paylaşamadık ki birbirimize bunca acıyı verdik?’ sorusundaki gerçek.”
İşte hayatın gerçeği burada yatmaktadır. İnsanlar ve ırklar, esasında tümden kardeştirler ama milliyetçilik ve dincilik kavramları ile donatılınca, kitlesel çatışmalar yaşarlar. O kitlesel çatışmalarda ne kadar zavallı insan hayatını kaybetmiştir. Ne kadar kadın eşsiz, ne kadar çocuk babasız kalmıştır.
Şimdilerde 1995 yılında hayatlarını kaybeden Bosna Hersek kurbanlarının anılarına törenler düzenleniyor. Mesela Boşnaklardan sekiz bin 372 kişi götürüldükleri ormanlık alanda, Sırplar tarafından katledildi. O bir soykırımdı esasında.
Daha da ötelerdeki tarihe gidelim isterseniz... Hiroşima ve Nakazaki’ye Amerikan uçakları tarafından atılan atom bombalarından ölen binlerce insanın hayat kaybedişleri bir başka soykırım değil miydi? O insanlar o meş’um olayın yıl dönümünde kaybettikleri insanların ruhuna mum yakıp dua ederler.
İkinci Dünya Savaşı’nın ünlü kahramanı (!) Hitler’in Yahudilere uyguladığı soykırım da unutulmayacak kadar derin ve simsiyahtır. Onların suçları Yahudi olmaktı. Hitler bu masum insanları katlederken, asla insan olduklarını düşünmemiş ve kendi egosunun egemenliğinde o insanları yok etmiştir.
Tabii ki Yahudiler de şimdi Filistinli zavallı müslümanlara yaparlar Hitler’in onlara yaptıklarını.
Yok edişler türlü türlüdür. Kimisini ipte sallandırırlar, kimisini sokaklardan toplayıp toplu halde öldürüp, üzerlerine de toprak atıp örterler. Bir kere daha o insanları bulmak mümkün değil.
Biz Kıbrıs Türkleri’nin de kendi kavgası ve var oluş mücadelesi içinde yaşadığı soykırımları vardır. O kocaman “ölüm kazanında” kaç tane masum kardeşimiz sokaklardan alınıp götürülmüş ve kurşuna dizilmişlerdir. Hala birçoğundan herhangi bir haber alınamadı veya izine rastlanmadı. Onların yakınları hala bir umutla onların dönüşünü beklerler.
Ayvasıl, Şillura, Muratağa ve Sandallar katliamı ile Taşkentlilerin katliamları asla unutulamaz. Bunları söylediğimiz zaman “Barışı dinamitliyorsunuz” derler.
Esas barışın tesisi için insan olmak lazım. Nedamet getirerek yapılan hataları kabul etmek lazım. Bu nedamet işi sadece biz Kıbrıs Türklerine özgü değildir. Birçok soykırım yaşamış insanlar için de geçerlidir. Yani insan olmak.
Ölen ve hayatta kalanın arasındaki ince çizgide geçmişi yaşayarak veya anımsayarak doğruları bulmaktır önemli olan.
Şayet Rumların yaygaralarına kulak verirseniz, onların haklı oldukları kanaatine varırsınız. Halbuki gerçeği kaşıdığınızda, bu adayı kanla boyayanların direk onlar olduğunu, dünyayı hem kendilerine hem de bize zehir edenlerin de bizzat kendileri olduğunu anlarsınız. Niçin? Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak için.
Rumların yaygaraları, “Türk askeri şu kadar insanımızı öldürdü ve şu kadar insanımız hala kayıptır” ifadelerine dayanır.
Ya Türklerin kayıpları? Durduk yerde kıyıma uğramaları ve hayatlarının zehir zemberek bir acıya dönüşmeleri? Savaşın davetçileri de yine Rumlar olmuştur ama buna kendileri de inanmazlar.
Şimdilerde “Barış”şarkıları söyler bazı karma gruplar. Söylerler söylemesine de acıları yaşayanlar “Kim inanır hain kurda?” sorusunu da sormaktan kendilerini alamazlar. Yani kaybolan güven meselesi...
Bütün soykırım yaşamış ülkelerde güvensizlik ve derin öfkelerle kinler vardır ve ölümün sonuna kadar da bu duygular sürüp gider.
İşte o anlamda soruyorum yeniden...
“Dünyada neyi paylaşamıyoruz?”