Acun Ilıca’nın TV 8 kanalında başlatmış olduğu kayıp hayatlar ve bilinmeyen cinayetlerle ilgili programlar, adeta sirayet eden bir hastalık gibi bütün kanallara yansımış ve sanki programcılar veya yayıncılar bir rating yarışına girmiş...
Özellikle geçmişte bazı özel kadın doğum kliniklerinde yaşanan “bebek çalma” veya “bebeğiniz öldü” martavalı ile çocuk sahibi olamayan eşlere büyük paralar karşılığında satılan çocukların dramı, adeta bir polisiye film gibi ekranlara yansıyor.
O programların bir başka şekli, “evlendirme ve eş bulma programları” şeklinde yaygın hale gelirken, nerdeyse pek çok insanın da tepkisini alıyordu.
Mesela en çok tepki alanlar ise, başları örtülü kadınların, milyonlar karşısına çıkıp koca aramalarıydı.
Şu cinayet, çocuk çalma veya yıllar sonra gerçeği öğrenen o insanın kendi öz anne babasını arayışa girmesi gerçekten acı verici bir dramdır.  Doğum kliniğinde hep anahtar kişi kliniklerin hemşireleridir.  Bana göre bu kabul edilmez durumlara sebebiyet veren veya taraf olan hemşirelere büyük cezalar vermek lazım.
Bu programlara nedense tepkiliyimdir.  “Yok mu koca Türkiye’de başka mevzu ve bu programlar yayınlanıyor” diye tepkimi koyuyorum ortaya.
Bazen de şu soruyu soruyorum!
Belki de benim gibi nice insan soruyordur bu soruyu!
“Bu anlatılanlar, yıllar sonra bulunan gerçek anne babalar, evlatlık verilen çocukların kendilerini büyütüp hayata hazırlayan insanların yaşadıkları psikolojik travma, Türkiye gerçeği mi?”
Veya altı aylık çocuğunu arkasında bırakıp kayıplara karışan genç annenin, kaybolan bir gencin, ölüsünün veya dirisinin bulunmayışı, aile içi şiddet veya kavgalar, hatta güçlü zıtlaşmalar mı Türkiye’nin gerçeği?
Nedense üzülüyorum bu tür vakaların ortaya çıkmasına veya insanların o acıları yaşamalarına.
Fakat işin ilginç yanı, bu programların milyonlarca insan tarafından izlenir olmasıdır. Tabii ki sık sık uygulanan “reklam arası” reklamlarından elde edilen büyük paralar, elbette ki TV kanallarının bütçelerine akar.
Dünyanın medya anlayışı, televizyonlarda güzel şeylerin anlatılması veya görsel zevklerin daha bir kaliteli hale getirilmesini öngörür.
Mesela Türkiye basınında ne kadar acı görüntü, ne kadar büyük vurgunlar, ne kadar cinayetler ve trafik kazaları varsa, ballandıra ballandıra veriliyor ekranlardan da, gazetelerden de.
İnsanlar böylle mi mutlu olurlar, anlayamıyorum.
Mesela ismi “Kıbrıslı anne”ye çıkan bir vakanın kahramanı, üniversite çağında sevdiği insandan hamile kalıp, gizlice çocuğunu doğurup bilinmeyen bir aileye evlatlık verilen annenin dramı hayli ilginçti.
Bu konuyla özellikle eşim ilgilendiği için ben de bu konuya nedense taraf oldum.  Yani öyle vakıf oldum hikayeye.
Anlaşılan o genç kızımız Türkiye’de hukuk okurken başından geçen bu nahoş olaydan kurtulmanın yolunun, gizli doğum payarak o bebeği birisine evlatlık vermek olduğunu sanmış ama yıllar sonra bir genç kız ekranlara çıkarak “Ben öz anne babamı arıyorum” diyebiliyor.
Evlatlık verilen o kız gerçek annesini ve babasını bulur veya bulmaz, o ayrı mesele.  Bir de diğer yüzü var o fotoğrafın. O fotoğraf, yıllar önce yaşanan bir masum ilişkinin ört bas edilerek, doğum yapan annenin yeni hayatının darmadağın olabilme riski.
Bazı ip uçları elde edilince, o televizyon kanalı bir ordu görevlendirmiş Kıbrıs’taki annenin kimliğini ve adresini belirlemek için.  İlle de ölümüne, ya bu anne bulunacak, ya de bulunacak.  Bunun başkası yoktur ve olamaz o programcılara göre.
Lakin o vaka sebep oldu, o program da yayından kalktı.  Yani annesini arayan o kızın akibetinin ne olduğu öğrenilemedi.
Bizim Kıbrıs’ta bu tür şeyler pek olmaz veya olmadı.  Büyük kentlerin cazibesi veya gencecik bir fidan gibi kocaman kentin içine düşen kendi halinde halim salim bir aile kızının “kabak çiçekleri gibi açılıp saçılması” gibi mesela...
Esasında hayat sürprizlerle doludur.  O sürpriz, örtünün veya bir duvarın arkasındaki  gerçektir.
Bir zamanlar bizim Kıbrıs’ta bir olay yaşanmıştı.  O konuyu üçüncü öykü kitabımda dramatize ederek anlatmıştım.  
Bizim köylerden birinde, genç bir kız, altı çocuklu bir aile reisi ile ilişkiye girince hamile kalmış ama cehaletin verdiği bir kötü durumla karşılaşınca, hamileliği gün ışığına çıkmış.  Neticede o genç kız çocuğunu tek başına köy evinin avlunun ucundaki iptidai tuvalette doğurup, bebeği dışkı kuyusuna atmış. 
Özellikle küçük yerleşim yerlerinde bu ve buna benzer olaylar erken duyulur.  Neticede o genç kızın çocuk cinayeti meydana çıkınca on yıl yemiş.
O genç kız bir kere daha evlenememiş ama ondan sonraki hayatı da, “deli filan”a çıkmış. Zavallı kız bir gün yaşlanmış, ama o hapishane duvarları sonrasında köyün içinde çılgınlar gibi çığlıklar atan bir deli olup çıkmış.
Bir kendini bilmez bir genç kızı kirletir, sonunda da bir hayatı veya hayatları karartır.  Esasında gerçek suçlu, genç kızları kirleten insanlardır. Yani bir sosyal yara...
O bakımdan Türkiye gerçeğinde bu tür vakalara daha sık rastlamak mümkün.  Kaldı ki programlara konuk olan örtülü kadınların evlatları veya evlatlık verdikleri çocukların dramları bir başka yansıyor ekrana.
Hayat gerçeklerinden insanlar ne kadar kaçabilirler?
Özellikle Türkiye medyası birisini çengeline takmaya görsün.  O çengel didik didik eder insanların hayatını, ta ki istedikleri sonucu elde edene kadar.  Halbuki o didik didik edilen hayatlar, birçok filmlere konu olacak kadar derin ve acı doludur.
İşte kaybolan hayatlar yani...