Yaşamanın, insanca yaşamanın giderek zorlaştığı dünyamızda acı çekme yeteneğini kaybetmemiş olanlar için cehennemi bir tecrübedir hayat.
Yok hayır! Böylesi bir hayatın içinde bizi gülümsetecek, umutlandıracak, her şeye rağmen yaşamayı değerli kılacak hiçbir şey yok demiyorum. Bunun neredeyse hiçbir koşulda böyle olmadığını bize anlatan, cehennemden sağ çıkmış ve cehennemi günlerde bile eğlenilip gülünebildiğini hatta sanatsal faaliyetler yapılabildiğini kendi hayat tecrübesinden aktaran birçok insan var.
Örneğin, 1942 yılında kendini bir Nazi toplama kampında bulan genç psikiyatrist Victor Frankl. “İnsanın Anlam Arayışı” adını verdiği kitabı bu konuda yazılmış en iyi kitaplardan biri.
İnsan bu yönüyle oldukça tuhaf bir varlık. Bir yandan hafızasına kazınan, dehşet verici tecrübelerin içinden geçerken, diğer yandan da bu saatlerin, günlerin içinde birkaç saatliğine de olsa -belki de onu hepten delirmekten ya da ölmekten koruyan bir özelliktir bu- oyun oynayacak, eğlenecek gücü ve yeteneği kendinde bulabiliyor. Tabiatın en savunmasız, en hazırlıksız dünyaya gelen, kendini koruyacak bir kürkten, keskin dişlerden, pençelerden, hızlı koşabilen bacaklardan, zehirden yoksun bir parça et. Bütün memeliler içinde bakıma en uzun süre muhtaç olan, tek başına hayatta kalabilmesi için en azından 10-15 yıla ihtiyacı olan kırılgan bir varlık insan. Hayatta kalabilmek için kendi aklını yaratmak zorunda kalan ve kendini gene kendisinin bile anlayamadığı mekanizmalarla donatan bir canlı. Ve dünyaya hükmediyor.
İşte bu insan aynı zamanda hem zalim hem şefkatli hem affedici hem kahredici hem üreten hem de tüketen, hem barış isteyen ama savaşmaktan da bir an geri durmayan, sevgisinin ve nefretinin ölçüsü olmayan bir varlık. Böyle tarif edince sanki tanrıdan söz ediyoruz, ne garip değil mi? O zaman insan kendinde ne varsa onları kafasında yarattığı tanrıya yansıtmış dersek hiç de yanlış olmaz. Ya da bizi yaratan tanrı, kutsal metinlerde dendiği gibi bizi kendi suretinde yaratmış ve bize onu “O” yapan özelliklerini aktarmıştır. Tanrı insanı yarattı ya da insan tanrıyı yarattı tartışmasının iki ucu birbirine bağlanıyor. Ortaya bir daire çıkıyor. O dairenin adına insan deyin, tanrı deyin, enerji deyin, akıl deyin… O biziz işte.
Ve bakın dünyamıza. Cennet yemyeşil ovalar, ulu ağaçlar, dallarından meyvelerin sarktığı bereketli bağlar bahçeler, arı duru suların şırıl şırıl aktığı dereler ise hepsi burada (ya da idi). Cehennem yakıp kavuran ateş ise işte çöl, kaynayan katran ise işte volkanlar, içinden irin akan sular ise işte müsilaj, işte kimyasal akan ırmaklar. İşte aylarca sönmeyen yangınlar. İşte Gazze, Bosna, Nazi kampları, katliamlar…
İnsan kendinden başka her şeyle baş edebilen bir varlık. Bir tek kendi aklıyla ne yapacağını bilemiyor. Kendi arzularıyla baş edemiyor. Kendi ihtirası yüzünden bir kaşık suda ya da Kardak Kayalıkları’nda boğuluveriyor. Bir haber okudum basında. “Böbreksizler Köyü” idi manşet. Ameliyat izlerini gösteren on kadar erkek vardı resimde. Geçinemedikleri için böbreklerini satmışlar, bunlar insan. Aklıma son numara Rockefeller geldi. Hani iki yıl kadar önce 101 yaşında ge.. pardon ölmüştü. İşte o, uzun uzuuun yaşamak için 11 organını değiştirmiş. Organ nakli yaptırmış yani. Sadece böbreklerini 5 defa değiştirmiş. Bu da insan.
İnsan tanrının krallığı yeryüzünde hüküm sürüyor, her şeye karşı, kendisi dahil.