İsmail BOZKURT

Üniversite eğitimini aldığım Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi ya da nam-ı diğerle Mülkiye’de “insan hak ve hürriyetleri” bağımsız bir dersti ve bu dersi, inançları dolayısıyla vurulup öldürülen, her zaman saygı ile andığım hocam Muammer Aksoy veriyordu.

Hak ve özgürlükler bağlamında çok iyi olduğu bilinen TC 1960 Anayasası’nda, feyz aldığım Mülkiyeli hocalarımın katkısı vardır. Bu alanda çok iyi olan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası ise benim üniversite bitirme tezimdi.

Dahası, bizde sekiz yıl ara ile (büyük olasılıkla dünya eşi benzeri yok)  oluşturulan iki ayrı kurucu meclisin içindeydim, iki ayrı kurucu meclisin yaptığı iki ayrı anayasanın yapılmasında etkindim ve iki anayasanın da, hak ve özgürlükler bağlamında iyi karne notuna sahip olduğunu düşünüyorum.

Demek istediğim şu ki insan hak ve özgürlükleri konusunun, yaşamımda bolca yeri vardır.

***

İnsan hak ve özgürlükleri konusunun yaşamımdaki bolca yeri, gerek aktif siyasal yaşamımda gerekse genel anlamda beni bu konuda çok duyarlı yaptı. Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi her zaman vazgeçilmezlerim arasındadır. Meclis tutanakları ve bir sürü belge nitelikli yazılı metin buna kanıt ve tanıktır. Böyle olunca İsveç ve Danimarka’daki Kuran yakma olaylarını es geçemem. Sırf Kuran yakıldığından değil, Tevrat da yakılsa, İncil de yakılsa es geçemem. Benim için konu ilkeseldir.  

Açıkça söylemek gerekirse, İsveç ve ardından Danimarka’daki Kuran yakma olaylarından sonra, İsveç’in, ABD’nin, BM’nin ve genelde Batı dünyasının bu olaylar karşısındaki tavrı beni çok şaşırtmadı. Genel olarak dedikleri şu: Bu, şöyle de böyle çok kötü bir olaydır ama aynı zamanda “ifade” özgürlüğüdür. İsveç Dışişleri Bakanı daha da ileri giderek Kuran yakmayı doğrudan düşünce özgürlüğü olarak niteledi. İsveç Başbakan’ı ile BM, olayın  “provokasyon” olduğunu da vurgulama gereğini duydular.

Özellikle olayla ilgili “çok kötü + ifade özgürlüğü + provokasyon” söylemleri,  bana bu sayfada daha önce de kullandığım, şairliğiyle de bilinen Koca Ragıp Paşa’nın deyişini anımsattı: “Şecaat arz ederken merd_i kıpti sirkatin söyler.”

Çok kötü bir şey yapıldığını söylüyorlar ama bunun ifade özgürlüğü olduğu “mazereti”ni belirtmek gereğini de duyuyorlar. İsveç Dışişleri Bakanı’nın işin içine düşünce özgürlüğünü eklemesini es geçiyorum, üzerinde konuşmaya bile değmez. (Öyle bir ülkenin Dışişleri Bakanı, Kuran yakmanın eylem olduğunu ama düşünce özgürlüğünün eylem olmadığını nasıl bilmez, hayret!)

Özgürlüklerin kötüye kullanılamayacağı biçiminde temel bir ilke de var. Örnek olarak bir ırkçı, söylem olarak ırkçılığı savunabiliyor, parlamentoya da girebiliyor ama bu düşüncesini uygulamaya/fiiliyata koyunca tepesine biniyorlar. Saha içinde bile, bir futbolcu kızdığı rakibine “ırkçı” bir söz kullanırsa vay haline! Emre Belözoğlu siyahî bir futbolcuya monkey (maymun) dedi diye “linç” ediliyordu. Kuran’ı yakan ırkçı, Kuran’ın yakılacak bir kitap olduğunu “serbestçe” düşünebilir ama bu düşüncesini eyleme dönüştürmek düşünce/düşünce özgürlüğü değildir. Tersine Kuran’ı yakma eylemini gerçekleştirdiğinde, ırkçılığını eyleme dönüştürmüş ve nefret suçu işlemiş olmaktadır.

Olaya bir başka açıdan bakalım: Gerek BM, gerekse İsveç Başbakanı “provokasyondan” söz ettiler. BM demiş dememiş pek takan yok ama ya olayın paydaşı İsveç Başbakanı’nın “çok kötü” dediği bir provokasyon eylemi rahatça ve engellenmeden gerçekleştirilebilsin diye İsveç Güvenlik Kuvvetleri güvenlik çemberi oluşturdu, provokatörün korumalığını yaptı. Böylece açıkça bir provokasyonun yapılmasına olanak yaratmış oldu. (Yoksa İsveç Başbakanı “herkesi kör alemi sersem mi sayıyor?)      

   Herhangi bir anayasada “nefret”i doğrudan yasaklayan bir kural var mı, emin değilim. Sonuçta olsun ya da olmasın, özgürlükçü hukuk devleti olan ülkeler için, -en azından söylem olarak- “nefret” kabul edilmezdir. AB, nefret karşıtı politikalar uyguluyor. AB üyesi olan komşularımıza yaptıramadığını bize yaptırtarak okullarda okutulan yakın tarihimizi, güya “nefret”i silmek için “gerçeklerden” arındırttı mesela!.

***

         Derken İsrail “bomba”yı patlattı: Meğer Stockholm’daki İsrail Büyükelçiliği önünde de bir “Tevrat” yakma girişimi olmuş. Konunun onları çok “yorduğunu” ama sonuçta yakma olayının “engellendiğini” açıkladı İsrail! Yine kendi açıklamalarına göre bu işi yapacak olanlar, olaydan vazgeçmeye “ikna” olmuşlar.

         Açıklamayı İsrail yaptığına göre, nasıl bir “engelleme” yaptıklarını ya da nasıl bir “ikna” yöntemi kullandıklarını varın siz düşünün! Alın size bir İsrail gerçeği!

         Bu arada İsveç’te (ve Danimarka ile bazı ülkelerde) gösteri yapmak için polise başvurup belirli bir ödeme karşılığında polis koruması alınabildiğini öğrendik. Tevrat yakma olayında da öyle yapmış iki Mısırlı! Kuran yakma olayında hiçbir şey yapmadan eylemciye koruma sağlayan İsveç Devleti, sıra Tevrat yakmaya gelince İsrail Büyükelçiliği’ni harekete geçirip olayın gerçekleşmesine fırsat vermemiş.

 “Suçüstü” denen kavram böyle bir şeyi anlatıyor olmalı! “Çifte standart”a ek olarak tabii! Bu da Avrupa gerçeği!

“Demokrasi/hukuk/insan hakları” bağlamında “devleşen,” gerçekten devleşen Avrupa’nın devliği, ne yazık ki yalnız kendisi için, kendi insanları için geçerli! Kendisi dışındakilerden “altta kalanların boyunları kopsun!” Televizyon kanallarında hayretle izlediğimiz, Ukraynalılar için “bunlar bizim gibi, sarışın mavi gözlü” deyişi, kralın çıplak olması kadar Avrupa’nın “çifte standart” bakışını nasıl da ortaya çıkarmıştı..  

***

Sözün özü,  kutsal kitap yakma olaylarını “ifade özgürlüğü,” hele hele İsveç Dışişleri Bakanının dediği gibi “düşünce özgürlüğü” çerçevesine oturtmak, ne akıl mantık işidir, ne de hukuksal ya da demokratik bir haktır. Resmen ve açıkça ırkçı/nefret eylemine ortak olmadır.

Tersini savlama ya da savunma değil, “maval” anlatmadır.