"Çok ileri gidiyorsun!" diyen birine üç sözcük yeterli olur: hayatın gerisi yok...                                                   
Bir parmağın tırnağı derin kesilince diğer elin parmakları koşarak gelir: sarar, okşar, kardeşlerinin acısına ortak olurlar, değil mi? Vicdan, iki dünyasıdır ellerin: anında cennetidir ellerin, cehennemidir anında... Kollarımı sallayarak yürümekten korkarım Korkarım ki çocuklar korkar, sallanan sopalardan... Boyu boyumdan kısa biri durunca yanımda, dizlerimi azıcık kırarım: yetmezse biraz daha... Muslukları çocuk bildim, aniden uyandırmadım uykularından... Avcı kendini vurunca üzülmem. Boğa matadorun bağırsaklarını dökünce sevinirim. Ey insanoğlu; doğarken ne iyi ne güzeldin. Unuttun mu? En az parmak kadar olabilmeliyiz
Nesnelerle konuşmayı çok severim; akla hayale gelmeyen sorular soruyor ya da cevaplar verebiliyorlar... İçini dökmek için bardak arayan ey sürahi; kal masamda. Bugün bomboşum. Hep boş tarafını görürüm bardağın sürahinin içini dökmesine yer bırakmak için.
Özür dilerim kapatmayı unuttuğum ey musluk. Hakkını helal et elimi yıkayıp kirlettiğim su. Ellerimle olsa iyi de, tabanlarımla hakkını yiyorum sürüngenlerin. Üstümü örten yorgan değil; yorganı dikenin yorgun elleri. Arınma borcum vardır neyi üfleyen nefese.
Birçok arkadaşım kısa şeyler yazdığımı söyler... Bunu duyunca gözümün önüne milyarlarca yıldız barındıran galaksiler gelir hep: teleskoptan bakınca bir portakal kadar görünüyorlar... Hayır, sözü hiç uzatmayacağım. Bir romanda, bir şiir kitabında, bir öykü ya da denemede kaç satırın altını çizmişizdir? Birkaç satır. Okuduklarım ve yazdıklarımda işte bana bu öz gerek... Bütün bir gövdeyi, iç organları, kilometrelerce damar, kilolarca kan ve milyarlarca hücreyi ayakta tutan ruh kaç gram? İşte bana bu ruh gerek. Kapı gıcırtısındaki imge birçok şair ve yazara kök söktürür.
"Ne zaman birinin yakındığını duysam, başımı kaldırıp göğe nakarım. Bilmiyorum; milyarlarca ışık yılı ötedeki ölmüş bir yıldızın hâlâ parlayan ışığına hayranlığımdandır belki. Ah! Düşünce evreninde yanan ışık, umudunu kesme bizden."
"Hayatın bir kavgadan ibaret olduğunu söyleyenlerin arasında ön saflardaydım; herkes birbirini dövüyor, tırmalıyor, dişliyordu. En güçlüler, en iriler bile darbe almaktan, yaralanmaktan kurtulamıyordu. Baktım ki hep dayak yiyorum... Hayatın sevgiden ibaret olduğunu düşünmeye başladığımda ise gördüm ki hayat yaralarımı sarıyor, sırtımdaki yükü paylaşıyor, yorulduğumu gördüğünde beni kucağına oturtup dinlendiriyor, elimden tutup gezdiriyor, sevip okşuyor, yemeğimi önüme koyup yediriyor, karşımda saygıyla eğiliyordu. İnsan hayatın ruhuna uymaz oysa hayatın ruhu her bedene uyar."
"Duyularımıza iyi niyetimizi katarak güçsüzün yanında yer alabiliriz: Bu, eylemin yarısıdır. İyimser olmak, ruhun akla kondurduğu öpücüktür.."
Mongolfier kardeşler icat etmiş oldukları balonla ilk uçuşlarını yapmak istedikleri sırada, gösteriyi izlemek için meydanda toplanan seyirciler arasından biri, yanında bulunan saygıdeğer görünüşlü, yaşlı bir baya dönerek biraz da naif bir tavırla şu soruyu sorar: ‘İyi de bayım, bu ne işe yarar?’. Sözü edilen yaşlı bay -ki o sıralarda Fransa’yı ziyaret etmekte olan ünlü Amerikalı bilgin ve siyaset adamı Benjamin Franklin’dir- hoşgörülü bir şekilde gülümseyerek şu cevabı verir: ‘İyi de bayım, yeni doğmuş bir bebek ne işe yarar?’. Kanımızca bu cevap, felsefenin ve aslında daha genel olarak diğer önemli temel kültürel etkinliklerin son tahlilde ne işe yaradıkları sorusuna verilebilecek en güzel ve anlamlı bir cevaptır.