Öncelikle şu gerçeğin altına çizmek gerekirse; Kıbrıs konusuna, ‘’Milli Dava’’ niteliğini Türk Milleti vermiştir. Dolayısıyla bu tarihi gerçek, Türkiye’nin Kıbrıs’a olan ilgisinin temelini teşkil eder.
  Diğer önemli bir husus ise; ülkemizin 1959-1960 yıllarında imzalanan Londra ve Zürih anlaşmalarından doğan ada üzerindeki yasal haklarıdır. Hiç kimse bu anlaşmalar 1963 ve 1974 yıllarında adada yaşanan gerçekler nedeniyle ortadan kalkmıştır diyemez. Çünkü o yıllarda yaşanan tarihi sürece Rum tarafı neden olmuş, Türkiye’de bu anlaşmaların kendisine tanıdığı yasal garantörlük hakkını kullanmıştır.
 Zaten uluslararası camia 1968 yılından beri süregelen taraflar arası müzakereler sürecinde de, Rum tarafının gayrı yasal bir biçimde AB’ye üye olduğu 2004 yılında beri de; 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımakta, 1959 ve 1960 anlaşmalarına göre kurulan yapıyı esas almaktadır.
Aslında burada göz ardı edilen önemli bir husus vardır ki,  kısaca özetleyecek olursam;
  1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı, 1964 yılında adanın kuruluşuyla ilgili tüm anlaşmaları feshettiğini resmen açıklamış, Kıbrıs Türk tarafını anayasal ortaklıktan atmış, 1963 olayları ile neredeyse Kıbrıs Türk’üne adayı zindan etmiş, 15 Temmuz 1974’te adada gerçekleşen darbe ile Helen Cumhuriyeti adında illegal bir oluşum gerçekleşmiştir.
  Ama ne yazık ki BM’ye üye ülkeler, yaşanan bu tarihi gerçekleri göz ardı ettikleri gibi, 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs Türk Halkının topluca imha edilmesini önlemek, adanın Yunanistan’a ilhakına mani olmak amacıyla, garantörlük hakkını kullanarak bu oldubittiye mani olan, sadece adaya değil; aynı zamanda Yunanistan’a da barışı, özgürlüğü, demokrasiyi getiren ( bu harekât sonrasında Yunanistan’da bulunan cunta yönetimi yıkılmış ve demokratik yönetim yeniden tesis edilmiştir. ) Türkiye; suçlu sandalyesine oturtulmuş, adada işgalci ilan edilmiştir. İşte bu gerçek, batılı ülkelerin iki yüz yüzlü politikasının ta kendisidir.
 Yukarıda özetlemiş olduğum gerçekler, ülkemizin Kıbrıs Konusundaki haklılığının yasal kanıtlarıdır.
 Bunun dışında Atalarımızın ada üzerindeki 307 yıllık hâkimiyetinin bir yansıması olarak, Kıbrıs Türk Halkının ada üzerindeki yasal haklarını ortaya koyan gerçek; 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin kurucu anayasal ortağı olmasıdır.
 Ayrıca çok önemli bir gerçek daha vardır ki, bu da adanın tapu kayıtlarında yazılıdır. Çünkü hala uluslararası hukuk kurallarıyla sabit adadaki ‘’Osmanlı vakıflarına ait arazi ve malların’’ mevcut kayıtlarıdır.
 Özellikle Osmanlı döneminden kalan tapu kayıtlarıyla belirlenmiş Lala Mustafa Paşa ve Abdullah Paşa Vakıflarına ait arazilerin Kıbrıs Türk’lerine ait olması;
1963 olayları nedeniyle Rumlar tarafından yakılıp yıkılan, el konulan 103 Türk köyü arazisinin, Kıbrıs Türk Halkına ait olması; (Güney Rum kesiminde kalan Türk arazileri, mal ve mülkleri…)
  Ve tarihi süreçte, adanın 307 yıllık Osmanlı hâkimiyeti döneminde, özellikle Karaman Sancağından Kıbrıs’a gelip de yerleşen Kıbrıslı soydaşlarımızın atalarının 1570’li yıllara dayanması, Kıbrıs Türk’ünün neredeyse 5 asırdan beri Kıbrıs adasındaki varlığının, vazgeçilmez hakkının en çarpıcı kanıtıdır.
 Dünya petrollerinin neredeyse yarısından çoğunun çıkarıldığı bu bölgede; Orta Asya ve Ortadoğu petrollerinin Batılı ülkelere taşınmasında, önemli bir istasyon konumunda olan Türkiye; uluslararası enerji güvenliğini sağlamak için Kıbrıs’la ilgilenmek zorundadır.
 Unutulmasın ki, günümüzde bu ada benimdir, yasal temsilcisi de benim diyen Rumlar, asırlar boyunca Osmanlının, Kıbrıs Türk’ünün yanında çalışmış, onların hak ve adaletine sığınmışlardır.
Kıbrıs adasında, Türkiye’nin ve Türk Milletinin ilgisinin, Kıbrıs Türk Halkının varoluş nedeninin asla silinemeyeceği, yok sayılamayacağını belirleyen çok önemli iki neden daha vardır!
Birinci neden:
 648 yılında ilk İslam donanmasının adayı ele geçirmesi sırasında, Peygamber Efendimizin Süt Teyzesi Hala Sultan Hazretlerinin Şahadet mertebesine erişmesi sonucunda buradaki varlığı,
1571 de Osmanlı döneminde; Lala Mustafa Paşanın Kıbrıs’ı ele geçirmesi sırasında Şehit düşen atalarımızın, ( kimi tarihçilere göre 50 bin, kimilerine göre ise 80 bin ) genellikle Güney Rum kesiminde kalan şehitlikleri, bu adadadır.
 Ve yakın tarihimizde 20 Temmuz 1974’de ‘O Gazi Topraklar’ uğruna seve, seve hayatlarını feda eden Mehmetçiklerimizin, Kıbrıs Türk Mücahitlerimizin aziz bedenleri, KKTC’de bulunan Şehitliklerimize emanet edilmiştir. (1974 savaşlarında şehit düşen Mehmetçiklerimizden toplam 498 vatan evladı; ‘O Gazi Topraklarda’ yatmaktadır.)
 İkinci neden:
 Şahadet mertebesine erişen bu kahramanların, Kıbrıs’ta göndere çekmiş oldukları; dağa, taşa işledikleri ‘Aziz Sancağımızın, Ay Yıldızlı Bayraklarımızın’ adada ki varlığıdır.
 Her şey göz ardı edilebilir ama asırlardan beri ‘O Gazi Toprakların’ Türbedarlığını yapan aziz şehitlerimizin varlığı, onları gölgesiyle koruyup, kollayan şanlı bayraklarımızın gönderlerinde nazlı, nazlı dalgalanması asla göz ardı edilemez.
 Bu çok önemli iki husus; Kıbrıs üzerindeki tarihsel, yasal hak ve hukukumuzu içeren; milletimizin milli ve ulvi değerlerinin adaya yansımasını gösteren önemli gerçeklerdir.
Kıbrıs adasında kesin ve kalıcı bir çözüm için Türkiye’nin olmazsa olmazı; 2004 yılında adada referanduma sunulan ‘’Annan Tuzak Planı’’ öncesinde TBMM’de alınan kararların, ülkemizin kırmızıçizgileri olmasıdır.
  Aşağıda sıraladığım bu kararlar manzumesi halen geçerliliğini korumaktadır
 Bu kararda:

Adada iki eşit halkın var olduğu,
Adada iki ayrı devletin mevcudiyeti,
Türkiye’nin garantörlük hakkının devam edeceği,
Lozan’da kurulmuş olan Türk-Yunan dengesinin bozulmayacağı,
KKTC’nin özgürlüğü, eşitliği, barışın devamı, refahı, kalkınması için her türlü desteğin verilmeye devam edeceği belirtilmiştir.
 Yukarıda sıralamış olduğum hususlar adada varılacak olası bir mutabakatın içerisinde mutlak surette olması gereken hususlardır. Bunların bir tekinden dahi vazgeçmek, ilerleyen dönemde Türkiye ve KKTC için geçmiş dönemde yaşanan o sıkıntıların Kıbrıs’ta yeniden başlamasına neden olacaktır.
 Çünkü Rum tarafının ulusal duruşu ve amacı hiçbir dönemde değişmemiş, değişmeyecektir. Bu duruşun baktığı taraf, adanın Yunanistan’a bağlanmasıdır.
  Ancak,
 TBMM’de kabul edilmiş ve hala geçerliliğini koruyan ülkemizin kırmızıçizgilerini, yıllardan beri devam eden müzakere masasında savunmak; muhataplarına kabul ettirebilmek, ülkemizde iş başında olan hükümetlerimizin dış politikalarına ve uluslararası konjonktüre bağlıdır.
  Unutulmasın ki, milli davalar uzun soluklu mücadelelerdir; dik duruşlar gerektirir. Kıbrıs Milli Davamız hiçbir neden uğruna feda edilemeyecek kadar önemlidir.
 O nedenle ülkemizin dış politikasında çok önemli bir yeri olan, son 73 yılına damgasını vuran Kıbrıs konusunda Türk Milletinin, Kıbrıs Türk Halkının, uluslararası arenada kazanılmış yasal haklarını yılmadan cesaretle savunmak; adadaki, kalıcı çözümün vazgeçilmezleri olmalıdır.
 Şurası unutulmamalıdır ki!
Güney Rum Kesimi, adada alabileceği her şeyi almıştır. Hala adanın legal hükümeti gibi tanınmaktadır.
Uluslararası anlaşmalara aykırı olarak, AB’ye üye yapılmış, Kıbrıs adasına yapılan her türlü ekonomik yardımdan gayrı yasal bir biçimde tek başına faydalanmaktadır.
Çünkü Rumlar hala adanın kuzeyine, Kıbrıs Türk Halkına uyguladıkları ekonomik, kültürel ve siyasi ambargolara devam etmektedir.
Bu insanlık dışı uygulama, hem de BM’ye, AB’ye göstere, göstere yapılmaktadır.
 O nedenle 1968 yılından beri süregelen müzakerelerde, Rum tarafının yegâne isteği; adanın kuzeyine yeniden dönmek, 1960’da olduğu gibi adaya bir düzen getirmek, Kıbrıs Türk Halkına azınlık hakkının dışında bir hak vermemek, AB şemsiyesine sığınarak, Türkiye’nin garantörlük hakkını ortadan kaldırmaktır.
 Bu tabloya bakıldığında Rumların ana hedefi Enosis, yani adanın Yunanistan’a ilhakıdır. Bu sonuç; asırlardan beri Rum Ortodoks Kilisesinin, Rum Ulusal Konseyinin, Yunanistan’ın ve arkalarındaki en büyük güç Hıristiyan Âleminin de hedefidir.
 Ancak bu hedefe ulaşılmasına ne Türk Milleti, ne de Kıbrıs Türk Halkı izin vermeyecektir.