(Bu yazım, Kıbrıs Türk Gençliğine ithaf edilmiştir…)

Hüseyin Dayı’yı tanıdığımda 26 yaşındaydım. O ise 60-65 yaşlarında yiğit bir Kıbrıs Türk Mücahidi idi. 1974 Kıbrıs Savaşlarının 2’ncisinde ele geçirdiğimiz Rum köyü ‘Miamilya ve Rum Sanayi Bölgesine’  ( daha sonra bu köye,  harekâtta şehit olan bir askerimizin soyadı olan ‘HASPOLAT’ adını vermiş, 2011 yılında da bu köyde Mehmetçik anıtının açılışını organize etmiştim.) taarruz ederken tanımıştım onu…

Harekât boyunca en ön saflarda görev almış, Rumların taarruz arazisi üzerine döşediği mayın tarlasından ölüme aldırmadan geçit açmış, bizimle birlikte taarruza katılarak, genç mücahitlerimize örnek olmuştu.

Harekâtın hemen bitiminden sonra, haftalar boyunca sadece arazide, çevre köylerin boş evlerinde bulabildiğimiz yiyeceklerle doyan, susuzluğumuzu çevredeki kuyulardan gidermeye çalışan bizlere Lefkoşa’dan taşıdığı yiyecekler ve bidon bidon sularla destek olmuştu. İlk kez o dönemde tattığım hellim peynirinin lezzeti, kana, kana içtiğimiz suyun tadı hala damağımdadır.

Ama beni daha da duygulandıran, o yaşlı mücahidime bağlayan şeyi öğrendiğimde yaşamıştım. Çünkü o, aylarca cephe hattına gelerek taşıdığı ve beş kuruş dahi almadığı yiyecekleri, diğer ihtiyaç maddelerini; İngiliz döneminde çalışarak kazandığı, biriktirdiği ve emeklilik dönemi için sakladığı parasıyla almıştı…

Bir sabah onu St. Hilarion Tepesinin uç noktasında bulmuştum!

Sonbaharın o hüzünlü renk armonisi içinden, bana işaret ettiği istikametteki Toros Dağları, tüm haşmetiyle sanki Beşparmak Dağlarına selam veriyordu…

Hüseyin Dayı nemlenmiş gözlerini, gözlerimden kaçırarak derin bir of çekti!

‘’Bilir misin be Komutanım? Ben Türkiye’mi, anavatanımı hiç görmedim! Ne zaman baba toprağımı özlesem, binerim arabacığıma son sürat gelirim buracığa, tam gün doğarken el sallarım Toroslara!’’

Hüseyin Dayı ile bu konuşmayı yaptığımda takvimler, Kasım 1974’ü gösteriyordu. Daha henüz ne Kuzey Kıbrıs Türk Federe Devleti, ne de KKTC kurulmuştu. O zaman diliminde mücahidimin söylemiş olduğu bu sözler içimi çok acıtmış, çok duygulanmıştım.

Hüseyin Dayı, bana dönerek, ‘’Bir şey daha söylemek isterim komutanım’’ demiş, şunları da eklemişti:

‘’Geldiniz, özgürlüğü getirdiniz. Vatan topraklarımızın tapusunu, kan ve can ödeyerek verdiniz.

‘’ Ya bir gün giderseniz? ‘’

O, bundan 49 yıl önce ‘ata yadigârı Kıbrıs adasında’, kanıyla, canıyla, emeğiyle, özgürlük mücadelesine bedel ödeyen Kıbrıs Türk Halkından sadece bir tanesiydi.

‘’ Ya bir gün giderseniz? ’’ Onun yıllar öncesi söylemiş olduğu bu sözlerini, ‘o gazi topraklar’ için ödenen bedeli,  uzun zamandan beri unutulmuş gibi duran Kıbrıs konusunu hatırlatsın diye bu yazıma başlık yaptım.

 1968 yılından beri devam eden Kıbrıs müzakereleri neredeyse dört yıldır masada yok!   Ama eminim ki, yakın bir zamanda yeniden masaya gelecek…

 Çünkü Akdeniz’de mevcut enerji yataklarının zenginliği, bir şekilde Kıbrıs konusunu yeniden gündeme getirecek…

 Bu süreçte hiç olmaması gereken ABD ve AB de var!

 Sanki 1959-1960 antlaşmalarıyla kurulan Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin, tarafları ve garantör ülkeleri arasında bu ikili varmış gibi?

 Yıllardan beri süregelen Kıbrıs müzakerelerinden sonuç alınabilmesi, her defasında Türkiye’nin bu sürece bakışına ve bugüne kadar elde edilen kazanımlarımızın ne kadarından ve ne için vazgeçeceğimize bağlı kaldı!

 Türkiye’nin bu ada üzerinde 1959 ve 1960 antlaşmalarıyla teyit edilen hak ve hukukunu, Kıbrıs Türk Halkının özgürlüğü uğruna ödediği bedeli ama daha da önemlisi, ecdat yadigârı Kıbrıs’ın; Türkiye için jeopolitik ve jeostratejik önemini gözetmek, elimizde mevcut avantajları sonuna kadar masada savunmak en önemli tercihimiz olmalıdır.

  Unutulmasın ki, Rum tarafı her müzakere döneminde Kiliseyi ve hatta Papa’yı, Yunanistan’ı ve ada da ki menfaatleri doğrultusunda dünyaya yön veren/vermeye çalışan uluslararası aktörleri de arkasına alarak masaya oturmuştur.

Aslında Rum tarafına göre Kıbrıs konusu, Annan planı döneminde sonuçlanmıştır!  AB üyesi olan ve bu üyelik sıfatıyla AB müzakerelerinde her defasında Türkiye’nin önünü tıkayan, 1968 den beri devam eden müzakereler sürecinde Kıbrıs Türk Halkına azınlık haklarından asla fazlasını öngörmeyen Rumlardan herhangi bir anlaşmaya evet demelerini beklemek bir hayalden ibarettir.      

Hele, hele Türkiye’nin garantörlük hakkı ve adanın güvenliği söz konusu olduğunda, toprak ve mülkiyet konu başlıkları masaya geldiğinde; Rumlar bugüne kadar istediklerinden vaz mı geçecektir? Tabii ki hayır!

Ya da çözüm adına yeni bir plan ortaya konacak olursa; Kıbrıs Türk Halkına bu süreçte ne istediğini soran olacak mıdır? Yoksa her şey bittikten sonra ve aynen Annan planında olduğu gibi!  Gelin oylayın mı denecektir?

Sevgili Kıbrıs Türk Genci:

İşte böyle bir durum ile karşı karşıya kaldığında, yıllar önce o kahraman Mücahit Hüseyin Dayının söylediklerini hatırla.

’Geldiniz, özgürlüğü getirdiniz. Vatan topraklarımızın tapusunu, kan ve can ödeyerek verdiniz.   Ya bir gün giderseniz? ‘’

Eğer bir gün, içinde Türkiye’nin Garantörlük Hakkının olmadığı ve Türk Askerinin Kıbrıs’tan ayrılması gerektiğini yazan bir anlaşma önüne gelecek olursa! Unutma ki, bu gidişin bir daha dönüşü asla olmayacaktır! Bilesin ki, emperyalizmin o ezici gücü, tüm kaleleri düşmüş Kıbrıs Türk’ünü kısa bir süre içinde avucunun içine alarak 60’lı yılları dahi aratacak bir konumda bırakacak, KKTC ise sadece anılarda kalacaktır. (Böylesine önemli bir hususu hatırlatmak; ata yadigârımız Kıbrıs adasında vatan ve vazife uğruna savaşan bir Kıbrıs Gazisi olarak, Şehitlerimize olan borcumdur.)

Pek tabiidir ki, böyle bir son asla kabul edilemez. Böylesi bir anlaşmaya ne Türkiye, ne de KKTC onay verir. Ancak Girit adası da elimizden kayıp giderken, o dönemde yaşananları da unutmamak gerekir.

Hiçbir neden uğruna Kıbrıs adasındaki kazanımlarımızdan vazgeçilmemelidir. Ne AB’ye giriş uğruna, ne de Amerika’nın emperyalist çıkarlarına hizmet için…

Çünkü ata yadigârı Kıbrıs adasındaki tüm kazanımlarımızın bedeli, Şehitlerimizin kanlarıyla ödenmiştir.