Geçmiş bayramınız kutlu olsun! Daha nice nice güzel, huzurlu, sağlıklı, mutlu bayramlarınız olsun!
Geçmişte kalan her şey gibi, bayramlar da genellikle nostaljik duygular yaratır, insanı eskiye özlem duymaya yöneltir. Benim gibi yaklaşık 70 yıl öncesinin bayramları için de nostaljik duygular dile getirilir; 40 yıl öncesinin bayramları için de, 20 yıl öncesinin bayramları için de! 
Yani geçmişe özlem, biraz da “kaçan balık büyük olur” atasözündeki dışavurum gibidir aslında!
Malum gerek KKTC’de, gerekse Türkiye’de seçime beş gün kaldı. Bu seçim arifesinde, geleceğe yönelik söylemler, bir anlamda “davulcu yellenmesi” gibi boşa gitme potansiyeli ile yüklüdür. Bu bakımdan seçimi meçimi boş verip gelin geçmişteki bayramlarımızı konuşalım. Geçmişte de bu sayfada bayramları konu etmişimdir. Bu bayram da içimden geldi. Ama bu kez, çocukluğumla ilk gençliğimin (1940 – 1963)  yeni çıkmış anı kitabında bayramlar konusunda yazdıklarımı paylaşacağım sizlerle! 
Beş cilt olacak olan anılarımın bu cildinde, çocukluğum ve ilk gençlik yıllarımı anlatırken, doğduğum köyün o dönem sosyo-politik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel ortamını ve gerçeklerini de yansıtmaya çalıştım. Bayramları da “Bayramlar” başlığıyla anlattım. 
İşte anılarımda, “Bayramlar” başlığı altında yer alan bölüm:

“Bayramlar
“Herkes gibi çocukluğumun bayramları, en çok anımsadığım günlerdendir. Günler öncesinden tatlı bir heyecan yaşamaya başlardık. Bayramlar, oyuncaksız geçen o yokluk ve yoksulluk yıllarında, biz çocuklara yeni bir şeye sahip olma ve cebimizde para görme olanağı verirdi. “Ayakkabıyı ilkokula başladığı zaman gören bir çocuk olarak, bayramda yeni bir şey alma umudu ile nasıl heyecan duymaz ve mutlu olmazdım? (Yalnızca ben değil, köyümdeki tüm çocuklar, zaman zaman televizyon ekranlarına yansıyan yoksul ülkelerin çocukları gibi, ayaklarımız nasırlaştığı için soğuktan/sıcaktan etkilenmeden yalınayak dolaşırdık.) Nerdeyse yeni olan her şey bayramlık olarak alınırdı.
“Köyümde camiye gitme alışkanlığı olanlar azdı. Kadınlar zaten camiye gitmezdi. Buna karşın, bayramlarda tüm erkeklerin camiye gitme geleneği vardı. “Büyüklerimiz ‘camiye gidilmezse bayram olmaz’ derdi. Camiye gitmeden el öpülmez, bayram harçlığı alınmazdı. 
“Rahmetli babam, geleneğe uyarak beni ilk çocukluk yaşlarımda (bir ‘erkek’ olarak) bayramlarda camiye götürmeye başlamıştı. Bayramlarda duyduğum camiye gitme heyecanı yanında, Hoca’nın ezanı Türkçe okumasından hoşlandığımı iyi anımsarım. (Sonra bir gün ansızın Türkçe ezan Arapça okunmaya başlandı. Ezanın Arapça okunurken Türkçe’ye, sonra yeniden Arapça’ya geçme süreci ile bunun nedenini kavrayabilmek için aradan çok yıllar geçmesi gerekti.) 
“Her neyse! Bayram sabahları rahmetli anneciğim beni kaldırıp cicilerimi giydirir, sonra babam elimden tutup camiye götürürdü. Camide, sıra bayramlaşmaya gelince herkesin birbiriyle kucaklaşıp öpüşmesine ve kaynaşmasına bayılırdım. Küsler barışıp kucaklaşır, herkes birbiriyle bayramlaşırdı.
“Cami sonrası, başka bir atmosfer idi. En büyüklerimiz ilk olmak üzere el öpmeye başlardım. 
“Çocukluğumun ilk yıllarında, el öpme karşılığında bana bir onluk ya da yirmilik verilirdi. Nadiren de bir kuruş! O zamanlar, bir Kıbrıs lirası yirmi şilin, bir şilin dokuz kuruş, bir kuruş kırk para idi. Onluk (ya da on para) kuruşun dörtte biri, yirmilik (ya da yirmi para) kuruşun yarısı idi. Bayramlık parası, yıllar geçtikçe arttı.
“Çocukluğumda cami çıkışından sonra büyüklerimiz muhakkak mezarlık ziyareti de yapar ama bizi oraya götürmezlerdi. Anımsadığım kadarıyla ilk kez böyle bir ziyarete ilkokul sonlarında götürülmüştüm.

“Ulusal Bayramlar
“Kıbrıs Türkleri, Osmanlı’dan koparıldıktan sonra da kendilerini Osmanlı ve Osmanlı ülkesinin bir parçası olarak gördüler ve oradaki gelişmeleri; bu arada Jöntürk, İttihat Terakki, İslâmcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük, Turancılık akımlarını yakından izlediler; Türk Kurtuluş Savaşı ile özdeşleştiler. Mustafa Kemal onlar için de umut oldu. Buna karşın Lozan Antlaşması imzalanınca, yeniden Türkiye’ye bağlanma umudunu yitirerek yeni bir travma yaşadılar. Anadolu’ya göçler yaşandı. Kıbrıs’ta kalanlar ise, Mustafa Kemal’i ve Cumhuriyet’i adım adım izlediler ve devrimleri benimseyerek uyguladılar. ‘Osmanlı’ ve ‘İslâm’ kimliği yerine, Türk kimliğini ön plana çıkardılar. İngiliz Sömürge Yönetimi, Atatürk devrimlerinin uygulanmasını önlemeye çalıştı, Türk kimliği yerine Müslüman kimliğini dayattı. 1948 yılına kadar da resmi olarak Türk kimliğini reddetti. Türkiye Cumhuriyeti bayramlarında Türk okullarında Mustafa Kemal’in resimlerinin ve Türk bayrağının asılmasını engellemeye çalıştı. Kemalist öğretmenleri sürgüne yolladı. Fesi çıkarıp şapka giymeye başlayan devlet memurları cezalandırıldı. Şeriat yasaları ısrarla korundu. 
“Bu süreçte Kıbrıs Türkleri, Türk ulusal bayramlarını kendi bayramı bildi. Köyümde de öyle oldu. Ulusal bayramlarda, önde Türk bayrağı, boru trampet eşliğinde yürünerek oraya gidildiğini; orada konuşmalar yapıldığını, çeşitli oyunlar oynandığını, şiirler okunduğunu çok iyi; babamın efe kıyafetleri içinde zeybek oynadığını ve Güney’deki evimizde onun efe giysili bir resmini hayal meyal hatırlıyorum. 
“Bu bayramlarda eğlenceli yarışmalar da yapılırdı: Ağıza alınan bir kaşığa yerleştirilen yumurta ile koşmak (yumurta koşusu), eller arkada bağlı iken yoğurt yemek gibi. Güreş ve at-katır yarışı yapıldığını da anımsıyorum. İnsanları güldürmek amacıyla eşek yarışı bile yapılırdı. 
“Daha sonra değineceğim gibi köyde canlı bir tiyatro sevgisi vardı. Yılda birkaç oyun sahnelenirdi. Sahneleme, çoğu kez ulusal bayramlardan birinin gecesinde yapılır, oyunlar daha çok ulusal nitelikli olurdu.” 
(İsmail BOZKURT; Beştulum’dan Zirköy’e Bir Kıbrıs Çocukluğu Ve İlkgençliği 1940 – 1963, 
Türkiye İş Bankası Kültür 
Yayınları, İstanbul 2018, sayfa 114 - 117)