“Helalleşeceğiz” dediğinde Kılıçdaroğlu’na tepki gösterenler olmuştu. Türkiye’de zaman içinde o kadar fazla suç cezasız kalmış ve üzeri örtülmüştü ki meseleyi ‘helalleşme’ gibi soyut bir kavramla çözmeye çalışmak mümkün değildi. İtirazlar yerindeydi ama Kılıçdaroğlu’nun helalleşmekten kastı, birilerine işlediği suçlardan sıyrılabileceği imkanlar sunmak değildi. Kılıçdaroğlu Türklük, Sünnilik gibi devlet tarafından makbul görülen kimliklerin dışında kalan ‘ötekileri’ dışlayan o meşhur devlet aklına yönelik bir eleştiri getiriyor ve asıl değişmesi gerekenin bu olduğuna işaret ediyordu. Türkiye, üzerine iki üç kelimelik tabela asıp yönetilebilecek bir ülke değildi. Olmamalıydı. Olamamıştı da… Bu coğrafyada açılan en büyük yaralar, hafızalara işlenen en acılı travmalar hep bu zorlamadan kaynaklanmıştı. Toplum gibi kendine has özelliklere sahip, değişmeye, dönüşmeye yazgılı bir yapıyı katı bir çerçeve içinde tutma ısrarının bir son kullanma tarihi var. Zamanı dolan her ne olursa olsun ve her ne amaç uğruna sürdürülmek istenirse istensin, önce zehirliyor, sonra kırıp parçalara ayırıyor. Bugün, hem öznesi hem tanığı olduğumuz sürecin bana kalırsa tarifi budur.
Kürtler ve Aleviler başlıklı videolarında Kılıçdaroğlu, helalleşme söylemiyle sinyalini verdiği paradigma değişimine dair en açık cümlelerini kurdu. Kutsal bir varlık olarak tanımlanagelmiş devletin Türklük, Sünnilik ve erkeklik çerçevesinde çizilmiş katı ve ‘ötekinin’ dilini, inancını ve cinsiyetini özgürce ve eşitçe yaşamasına geçit vermeyen kimlik tarifinin Türkiye’yi yeni bir yüzyıla taşıyamayacağını hatırlattı. Bu, elbette dayatmalara karşı yıllardır mücadele eden milyonlarca ‘ötekinin’ birikimi sayesindedir. Diğer yandan tam da bu mekanizmanın yapımcısı ve yürütücüsü olan devletin içinde çeşitli kademelerinde görev almış; ülkesine, dürüstlüğü her bakımdan kanıtlanabilecek şekilde hizmet etmiş ve devletin en üst makamı olan cumhurbaşkanlığını kazanmaya en yakın aday olan Kılıçdaroğlu’nun “Ben Aleviyim” diyerek halka seslenmesi çok önemli, tarihsel bir dönemeç. Türkiye’de merkez siyaset devleti, halka hizmet aracı olarak görmekten ziyade, tahakküm gücünü artıran merkezi yapısıyla, sahip olunması, ele geçirilmesi gereken bir varlık olarak gördü. Şablona uymayan herkes dışarıda bırakıldı. Baskı ve zulüm gördü. Hakarete uğradı,  katledildi. Gücü ele geçiren her yeni ‘sahip’ çemberi kendi zümresine göre daralttı. Dışarıdakiler olarak eklene eklene çoğaldık. 
Kılıçdaroğlu’nun Twitter’da 100 milyondan fazla kez görüntülenen ‘Alevi’ paylaşımının işaret ettiği üzere insanlar her anlamda özgürce ‘kendileri’ olamamaktan bıktı. Bunun yanında, Erdoğan’ın halkı açlık seviyesine taşıyan ekonomi modelinin gösterdiği üzere bir kilo soğan alamıyor olmanın Kürdü Türkü, Sünnisi Alevisi yok. Bugün Türk, Sünni, erkek, AKP’liler, MHP’liler de aç ve yoksul. İktidarın ayarını daha da bozan cümlesi ise “Alevi’den olmaz diyorlar, peki halkın malına el uzatmayandan?” diye sormasıydı. Ne de olsa hırsızlığın kimlik kartı yok. Ancak yıllarca halka tersi anlatıldı. Yeter ki alnı secdeye değsindi, Allah korkusu vardı her şeyden önce değil mi? İçi boşaltılmış kurumlardan gördük ki değilmiş işte. Her kim bir araya gelmekten, acıları paylaşmaktan bahsettiyse şablonlar devreye sokuldu. “Kürtler bölücü, Aleviler inançsız, Ermeniler düşman!” Komşusu bağırsa gidip neyin var diyebilecek insanlar korku ve nefretle doldurulup aynı coğrafyada yaşadıkları insanların katline sessiz kaldı, ayrıcalıklı olduğuna inandırıldığı kimliklerine körü körüne sarıldı. Böylece kontrol edilebildi. Kontrol edilebildiği oranda da sömürüldü. O hep söylenegelen ‘milli birlik ve beraberlik’ sadece devletin makbul gördüklerinin birlikteliği olabilir ve aksi, yani ‘ötekilerin’ de dahil olduğu bir seçenek teklif dahi edilemezdi. …
“Ben Aleviyim” diyerek ülke yönetimine talip olan Kılıçdaroğlu’nun neyin üzerine yürüme cesareti gösterdiğini yeniden düşünebiliriz. Bu aslında hepimize doğrultulmuş bir silahı alıp yere koymak demektir.