Deniz sahilinde yaşam, bambaşka bir şey...
Çocukken yıldızlı gecelerde, gökyüzündeki, doğa olaylarını seyretmek.
Algılamak çocuk beynimle mucizevi gök olaylarını eksik bilgilerimle...
Henüz düşünmeyi bile bilmeden, öğrenmeden hayaller kurmak ve ardından, bir ressamın titizliğiyle yıldızları serpiştirmek karanlıklara...
Ve yaşamak yıldızlarla birlikte...
Gerçek yaşamı bertaraf ederek...
Belki de gelecekteki kişiliğimin hayalperestliğe yatkınlığı bu yüzden.
Hele gökyüzü ile ilgili çocukluğun eksik bilgileri yüzünden, böylesine esrarlı bir alem hakkında, oluşan takıntılarımdan düşünce dünyam az mı etkilenecek? Çünkü en küçük yaşlarımdan itibaren gökyüzünde olup bitenler, merakımı celbetmekteydi derinden.
Bir yandan yıldızlar alemi, bir yandan yıldız kümeleri ve denize dalıp dalıp tekrar çıktıkları yere dönemiyen başka dünyalara ait minik ve parlak cisimler...
Kaba saba gözlemle ancak böyle algılanabilir yakamozların yaşamı, hayaller aleminde.
Nerden bilebilir ki minik beyinler, yakamoz adı ile söylenen hayaller günün birinde aydınlatılarak bilimsel gerçeklere yenile yenile, ömürleri sona erecek.
Bu akibeti bilmek önceden hayallerle coşan minik yürekleri ne kadar mutlu eder.
Meğer ne kadar eğlenceliydi çocuksu yıllar, göklerden kopup da denize düşen yakamozları bıkıp usanmadan seyretmek, sonra da bulunca onları azat etmek, kendi yerlerine.
Çoğu kez rüyalarımızla karışırdı bu güzelim hayaller.
Daha ileriki yıllarda...
Şöyle de düşündüğümü anımsarım ister istemez.
Acaba çok mu yanlış olur yaşamak hep, hayallerle birlikte.
Yaşam amacı mutluluksa eğer...
Çok mu gereklidir, suçlamak insanları hayalperestlikle...
Halbuki ne kadar hüsrana uğrar insan gerçeklerle boğuşurken.
Ya da insanı mutlu yapan hayalleri çocukça niteleyerek küçümsemek...
Bazan da, çocuk çağların çocukluklarına da sitem etmek geçer içimden.
Niye bir an önce büyüme isteği ile yanıp tutuşmak ille de...
Gerçeklerin acıları hayallerin cazibesinden daha mı güzel...